•~27~•

63 9 1
                                    

"Eymen?" dedim başımı yasladığım camdan kaldırıp ona dönerek. Hastaneden çıkmış, Gizem'in yanına doğru gidiyorduk. Eymen'e annemle konuştuğum her şeyi bire bir aktarmış sonra da derin bir sessizliğe gömülmüştük. Fakat aklımı kurcalayan binlerce soruyu daha fazla bastıramamıştım ve bu yüzden en azından birkaçını Eymen'e yöneltecektim.

"Efendim güzelim?"

"Şey soracaktım, sence Selim Hanoğlu'nun cenazesine katılmasam bir şey olur mu? Yani tamam, katılmayacağımı söylemiştim zaten ama biliyorsun, ülke çapında ünlü biriydi ve ben istemesem de resmiyette onun kızıyım. Demek istediğim katılmasam herhangi bir şekilde bu konu gündeme gelir mi sence?" diye sorduğumda yüzünün düşünceli bir hal aldığını gördüm.

"Gündeme gelse bile ne olacak ki? Yarın öbür gün başka bir şey olur, unutulup gider zaten. O yüzden kendini zorunluymuş gibi hissetme."

"O zaman katılmayacağım." dedim omuz silkerek. Sanki bahsettiğim kişi çok çok uzaktan bir akrabamdı da ben cenazesine gidip gitmemeyi kararlaştırmaya çalışıyor gibiydim.

"Bir de şey..." dedim ve sorup sormamak arasında gidip geldim fakat ne kadar geciktirsem o kadar içim içimi yiyecekti. "Babanın naaşını ne zaman teslim alacaksın?" dedim kısık bir sesle. Cümlemi bitirmemle arabayı ani bir frenle durdurmuş, öne doğru savrulmama neden olmuştu. Neyse ki kemerim takılıydı da kafamı torpidoya çarpmamıştım. Korkuyla ona baktığımda başını geriye atmış, gözlerini sımsıkı kapamıştı.

"Eymen... İyi misin?"

"Özür dilerim... Ben..." deyip yüzünü bana çevirdiğinde arkadan birinin uzun uzun korna çalmasıyla arabayı tekrar çalıştırmış, yolun kenarına sürmüştü. Ne diyeceğimi bilemez halde endişeyle onu izliyordum. Bunca karmaşanın arasında babasına üzülecek zamanı bile bulamamıştı ki. Ah eşek kafam, ah! Araba kullanan insana pat diye böyle bir soru sorulur mu hiç?

Arabayı durdurup tek kelime etmeden dışarı çıktığında hemen ardından ben de çıkıyorum. Nefes almakta güçlük çekiyor gibi. Hızlı ve büyük adımlarla yürürken bir askeri andırıyor, her ne olursa olsun dimdik durmak zorunda olan bir asker... Ona yetişmek için neredeyse koşarak gidiyorum ve bir yandan da ismini sesleniyorum fakat hiç durmaya niyeti yok gibi. 

Hiçbir zaman duygularını baskılamaktan vazgeçmeyecek, hiçbir zaman tam olarak ne hissettiğini söylemeyecek, biliyorum, beni çıldırtsa da görüyorum. Ellerimi hislerini sıkı sıkıya gizlediği yere daldırmak, hepsini o gizli yerden çıkarıp karşısına oturtmak istiyorum. Bak, demek istiyorum, bak da gör o kilitlediğin odada nasıl da paslanmış hislerin. Bak bu senin nefretin, demek istiyorum adeta buz tutmuş bir ateşi gözünün önünde tutarak. Yüzünde nefret ateşinin turuncu gölgeleri dans etsin istiyorum, sonra onu avuçlarına bırakıp bu kez de üzüntüsünü çıkarmak, üstünü kaplayan tozları yüzüne doğru üflemek istiyorum. Üzüntün sana seslendikçe onu daha da derinlere ittirme, bak nasıl da tozlanmış yavrucak demek, onu da avucuna, hemen nefretinin yanına bırakmak istiyorum. Öyle çok şey istiyorum ki, bunları gerçekleştirmenin imkansız, yalnızca birer düş ürünü olduklarını göz ardı ediyorum. Böylesi işime geliyor çünkü, bazı şeyleri göz ardı edince daha da kolaylaşıyor sanki hayat.

Sonra o duruyor, yol kenarında, arabaların yanımızdan usulca geçtiği, Ankara'nın tüm soğuğunu iliklerimize kadar hissettiğimiz yol kenarında duruyor. Yüzünde tek bir somut ifade göremiyorum, ama yüreği... Yüreğindeki karmaşaya koyacak isim bulamıyorum, henüz öyle bir sözcüğün türetilmediğine eminim. Soğuk asfalta tereddüt etmeden çöküyor, ben de tam yanında, yorgun bedeninin yanında yer ediniyorum.

Sen AğlamaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin