Yavaşça gözlerini açtı Chung Cha. Yine yabancı bir odadaydı. Kısaca yeşil tonlarındaki odayı süzdükten sonra yattığı yatakta doğruldu.
Anlından düşen nemli bezi alıp yatağın yanındaki su kabının içine bıraktı.Ayaklarına bakarken düşüncelere daldı. Şimdi ne yapacaktı? Farklı bir zaman dilimindeydi. Ayak uyduramayacağı kadar farklı bir zaman diliminde. Ne yapması gerektiğini, nereye gitmesi gerektiğini bilmiyordu.
Ayağa kalktı ve kapıya ilerledi. Kapının kulpunu tutarken kendi kendine güldü. Kapıların şekli bile değişmişken, o ne yapacaktı...?
Kapıyı açtı ve çıktı odadan. Etrafı gözlemlemeliydi. Elbet bir çıkış yolu bulurdu. Belki de bu o cadı'nın bir büyü oyunuydu. Bir rüyaya hapsolmuş olabilirdi. Yüz yıllardır yaşamasının imkanı yoktu.
Salonu süzdü Chung Cha. Lacivert, siyah ve ahşap uyumuyla dizayn edilmişti salon. Ahşap sehpa ve masa, lacivert koltuklar, siyah perdeler, gri duvarlar. Koltuğun tam karşısında dev, siyah bir dikdörtgen vardı.
Ayrıca masanın üstünde de ona benzeyen ama daha küçük siyah bir dikdörtgen vardı ve başında da Chan uyukluyordu.Küçük dikdörtgenin üzerindeki üstünde harfler ve sayılar yazan küçük düğmelere benzeyen karelerin üstündeydi elleri Chan'ın.
(Nasıl bir cümle kurdum şuanda acaba)Yanında kalın kalın kitaplar vardı. Ekrana bakmaktan gözleri şişmiş ve morarmış gibiydi. Dünki kıyafetlerinin yerine, siyah bir uzun kollu giymiş ve siyah bir bere takmıştı. Beresini kaşlarına kadar indirmiş ve kendisini sevimli göstermişti.
Başı öne düşmüş bir şekilde uyuklamaya devam ediyorken Chung Cha yanına yaklaştı. Yanındaki kitaplara baktığında bu yazıları okuyamadığını fark etti. Yazılar çince ya da japonca değildi. Ya da başka bir dil. Koreceye benziyordu fakat Chung Cha'nın bildiği harfler gibi değildi. Alfabelerinde böyle karakterler yoktu. Alfabe bile mi değişmişti?
Korece kitapların yanında ingilizce bir kitap görünce heyecanla baktı. Neyseki onların alfabesi hala aynıydı. Dört lisan bilmesinin faydasını gördü ilk kez Chung Cha. İngilizce kitabı biraz inceledikten sonra geri bıraktı sessizce. Chung Cha'nın daha önce hiç duymadığı yazarlar hakkında yazılar vardı.
Gözleri Chan'ın önündeki bilgisayara kaydı. Hala bu siyah dikdörtgenlerin ne olduğunu anlayamamıştı. Elini klavyeye götürüp Chan gibi bir düğmenin üstüne bastı. Ekran bir anda açılıp yine yazılar çıkınca korkuyla elini geri çekti Chung Cha.
Chan gözüne gelen ışıkla ayıldı ve etrafına baktı. Chung Cha'yı görünce "Ne yapıyorsun burda?"dedi.
Chung Cha onu duymamış gibi ekrana bakmaya devam etti. "Bu ışıklı şey de ne böyle?"dedi. Chan bir önündeki bilgisayara, bir de Chung Cha'ya baktı. Kaşının birisini kaldırıp onun ne saçmaladığını düşünürken Chung Cha yaklaşıp bilgisayarı incelemeye başladı.
"Woah, ne garip şey bu. Işığı nasıl yanıyor? Içinde bir meşale mi var?"
ChungCha bilgisayarı evirip çevirirken Chan bilgisayarı onun elinden aldı ve kapatıp masanın üstüne koydu. Chung Cha ona kaşlarını çatarak bakarken Chan sakinlikle ona bakmayı sürdürdü.
"Uyandın demek. Ben de seninle konuşacaktım."dedi. Chung Cha 'ne konuşması' dercesine kaşlarını havalandırırken içeri Jisung girdi.
Yeni uyanmış gibiydi. Gözlerini yumruklarıyla sıvazlıyordu. "Hyung yemek var mı, açım." Uyku mahmurluğuyla birkaç adım onlara gelip durduğunda gözlerini kırpıştırarak onlara baktı. Görüşü netleşip Chung Cha'yı gördüğünde kollarını göğsünde bağlayıp ona baktı. "Ah, hırsızda uyanmış."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Legend Of The Queen | Bang Chan
FanfictionBir efsane var zamana yayılmış, Bir kader var gerçekleşecek olan. Hem melek hem de şeytan olanlar var, Sadece masum olanlarla birlikte. Efsanenin parçası olan da var, Kaderin parçası olan da. Bir de ikisini birbirine bağlayan bir kraliçe... • Tüm ha...