((Önceki bölümün son cümleleri...
Eve dönüş yolunda Aras'ın kollarında uyuyakaldım. Sabah kadar deliksiz uyumuştum. O sabah artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı günlerden ilkine uyanacaktım.))
Güneşin ilk ışıkları yüzümü okşuyordu. Vücudum da varlığına karşılık vererek yavaş yavaş uyanıyordu. Uzaklarda belki de çok uzaklarda bir horoz varlığını yine yeniden yaşamanın hazzı ile ötüyordu. Kuş sesleri rüzgara karışıp birlikte eşsiz bir yolculuğa çıkarak kulaklarımda son buluyordu. Beynim tüm bunların zevki ile o anı yaşamak istiyordu.
Anda kalmak. Ne güzel bir keşif. Bir ay önce ektiğim gül tohumu filizlenmiş, büyümüştü. Tıpkı bir çocuk gibi. Misk kokusu burnumdan içeri girerek beynimdeki mutluluk hormonunu salgılatan sinapsları uyarıyordu. Nefes aldıkça yükselen göğüs kafesim dışarıdan yaşadığımı belli eden tek şey. Gözlerim kapalı ama ruhum açık. Tüm bu saydıklarımı görebiliyorum. Beni uyandıran horozu, özgürce uçuşan kuşları, yüzünü bana dönerek gülümseyen gülü... Hepsinin farkındayım. Öyle güzeller ki ben birazdan gözlerimi açtığımda onları göremeyeceğim. Gözümün önünde duran güle bakarken bile orada olduğunu fark edemeyeceğim. Çünkü bakmak ile görmek, dinlemek ile anlamak, var olmak ile yaşamak aslında aynı ifade edilen ama farklı anlamlardalardı. Gözlerimi açmak istemiyordum. Gerçek sandığım yanılgıları yaşamak istemiyordum. Hep hayallerde yaşasam bana deli derlerdi değil mi? Peki başka nasıl kaçabilirdim hayatın bu çekilmez kahrından?
İnsan özünde neyse oymuş. İyi sandığın şey iyi olmayabiliyormuş. Ya da kötü sandığın kötü. Bunu ancak ve ancak yaşayarak öğreniyormuşsun. Ben yalnızdım, yalnızım ve yalnız olacağım. Özünde herkes yalnız değil midir? Hep kendi başındadır. Hep kendine kalır. Fani dünyada baki olan odur. Son nefesini verirken yalnızsın, kafanı yastığa koyup düşüncelere daldığında yalnızsın, kocaman bir kalabalıkta yalnızsın... Bunu ne kadar erken kabul edersen o kadar özgürleşiyor ve güçleniyormuşsun. Ben bundan hep kaçtım. Çünkü bununla baş edemeyecek kadar güçsüz görüyordum kendimi. İçimde bazı şeylerin eksikliklerinin yarattığı boşluğu ancak başka biriyle doldurabileceğim yanılgısına kapılmışım. Birinin yanımda olmayışını yalnızlık saymışım. Yanılmışım. Asıl yalnızlık kendimin yanımda olmamasıymış. Kendimi tanımamışım.
Tek başımayken bile ne kadar güçlü olduğumu, var olmamın başka biriyle ilgisi olmadığını anlayamamışım. Mutluluğu birileri bana versin diye beklemiş durmuşum. Hep birilerinde aramışım. Aslında içimdeymiş, zaten oradaymış, ben keşfedememişim. Şuan yanımda kimse yok. Yalnız yatağımda uyanmayı bekliyorum. Ama mutlu ve huzurluyum. Yalnız değilim: ben varım. Horoz var, kuşlar var, rüzgar var, gül var... Birkaç dakikalığına kurduğum kendi dünyamdayim. Birazdan uyanıp başkalarının istedikleri şeyleri yapıp onlardan bir şeyler bekleyerek başka insanların benim üzerimde oluşturdukları baskı ile sözde kendi kararlarımı alıp rutin işlerimi yapacağım. Tek bir hareketle cümlenin sözde öznesi oluvereceğim.
Artık farkındayım. Kendime yolculuğumun ilk adımını atıyorum. Önceden sandığım aslında başkalarının şekil verdiği ben, asıl ben olmadığım için hiçbir şey de eskisi gibi olmayacak.
Kapının açılması artık uyanma vaktinin geldiğinin habercisiydi.
"Uyandın mı?"
"Evet. Ne oldu? " dedim elimle açılmakta zorlanan gözlerimi ovarak.
"Seni merak ettim. Nasıl oldun?"
Filmi başa sarmıştık ve ben bu filmi defalarca izlemiştim. Gözlerimi geri kapatsam biraz önceki ana dönüverseydim keşke.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MARİNA
Gizem / GerilimAmansız bir hastalığa yakalandığınızda size uzanan her eli çaresizce tutar mısınız? Peki, bu hastalığın tek bir çaresi varsa onun ne olduğunun önemi var mıdır? Marina, çok küçük yaşta annesini kanserden kaybetmiş ve babası ile iletişimi zayıf olan...