Playlist: Zoe Wees -Hold me like you used to
20.Bölüm: Son dans
Onunla ilk çarpıştığımız gün, ondan delicesine nefret etmiştim. Küstah, kendini bilmez, kibirli tavrı bugüne değin her şeyi tırnaklarıyla kazımak zorunda olan benim gibi biri için katlanılamaz gelmişti. Ondan kaçmıştım. Derslerde göz göze gelsek kafamı çevirmiş; koridorda karşılaşsak yolumu çevirmiş; koskoca okulda bulduğum tek boş kafede bir kahve içmek için oturduğum zaman onu gördüğüm gibi kalkmıştım. Zamanla aklımda sadece ondan kaçmak olduğunu fark ettim. Bu da, sürekli onu düşünmeme neden oldu. Kaçmak isterken onu izlemeye başladım. Her sabah erkenden gelip fakültenin önündeki köpekleri beslediğini, filtre kahve dışında bir şey içmediğini, türkçe müzik sevmediğini ama saygı duyduğunu, genelde sol ayakkabısının bağcığına iki düğüm attığını bilecek kadar izledim.
Sonra günler geçti; aylar geçti. Ben kendimi hep o kapının önünde üzerime kahve dökülen zaman diliminde unuttum. Her gece onunla uyudum; her sabağa onunla uyandım.
Aylar sonra bir gün, ilk kez konuştuk. Ders notu için mesaj attığında ilk o zaman kaydettim numarasını. Kaba ve kısa cümleler kurmasına rağmen onunla ders notlarımı paylaşacak kadar kaybetmiştim aklımı. Zamanla derslere gelmemeye başladı; okulda neredeyse hiç görmüyordum. Yılda dört kez, sınav haftaları konuşuyorduk ve ben ona neyi olduğunu, neden okula gelmediğini soracak kadar samimi hissedemiyordum.
Bu böyle sürdü gitti. Yıllarca onu bekledim. Sonunu düşünmeden sadece bekledim. O geceki partide, onu uzun zaman sonra ilk kez görmüştüm. Uzun ve masalsı bir gece olur sanmıştım fakat olmadı. Yarım bırakmak zorunda kaldım. Hayatım boyunca sanırım o gecenin devamı gelseydi neler olurdu diye düşünmekten kendimi alıkoyamayacaktım.
İnsan, aklındakilerle devam edemezdi öyle değil mi?
Alt kata inen basamaklarda oyalanırken, dış kapının açılma sesiyle adımlarımı hızlandırdım. Doruk, beni farketmeden elindeki anahtarı kapının yanındaki vestiyere astı ve kapıyı ayağıyla itti. Elindeki boş su şişesini kenara fırlattı. Üzerindeki sırılsıklam olmuş sporcu atletini çıkartıp terini temizlerken, dağınık saçlarını da gelişigüzel bir çabayla düzeltmeye koyuldu. Altın gibi parlayan teniyle, yutkunma ihtiyacı hissettim. Neredeyse düşmek üzereyken bir anda trabzanlara tutunmamla, kendimi fark ettirmiş olmalıydım ki, Doruk kafasını kaldırıp yüzüme baktı. "Günaydın." dedi, göz göze geldiğimiz ilk an.
Nefes almak istedim, nefes almak basit bir eylemdi değil mi? İki oksijen bir hidrojen... Ah bir dakika o suydu. Ne saçmalıyordum ben? "Gü-günaydın."
Kalan basamakları da inerken, zil çalmasıyla Doruk arkasında kalan kapıya yöneldi bir kaç adımda. "Bu saatte bu kim ya?"
Sorusunu yanıtlamamayı seçtim. Nasıl olsa bir kaç saniye sonra yanıtını canlı bir şekilde görecekti ve ben daha gözlerimi terli, altın gibi parlayan vücudundan çekip nefes alma eylemini gerçekleştiremezken bir de ağzımı açıp konuşamazdım.
Kapıyı açtığı an Melisa'nın canlı bir ses tonuyla, "Günaaaaaydın." diye bağırmasıyla suratını buruşturarak kenara çekildi.
"Melisa, bu saatte ne işin var?"
Melisa gözlerini devirerek abisine baktıktan sonra beklemeden içeriye girdi. Göz göze geldiğimiz an gülümsemiştim. "Yengemle bir sabah kahvesi içmeye geldim. Ne var bunda?" diye sordu.
Doruk halâ inanamadığını belirtir gibi, "Yengen?" diye sordu, kapıyı kapatıp.
"Evet."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SYMPHONY
Short Story"Altı yıl, kendi hayatımı unutup ben seni yaşadım. Ha, bir gün böyle seninle evleneceğimi düşündüğümden de değil." Ağlamaya yakın gülümseme sundum ona. Omzumu silktim. "Belki bir gün karşılaşırız diye." İlk karşılaşmamız geldi aklıma. Söyledim dilim...