Hepimizin hayata baktığı bir pencere vardı. Kimimiz elinde kahvesiyle dibinde oturur, kimimizse perdesini sıkı sıkı kapatırdı. Kimimiz o pencereyi görmezdi bile.
Beni sorarsanız, ben o pencerenin dibinde sıcak bir şeyler içen kızdım. Hayat benim için oradan ibaretti. O kadardı.
Doruk içinse, o pencere hiç yoktu. Onun kuralları hayata bakış açısını belirlerdi. Uymadı mı? Değiştirirdi. O dört köşesi olan küçük, aptal bir pencereyi hiç görmemişti ki, onun için dünya bir odadan daha fazlasıydı.
Fakat şimdi küçük bir çocuk gibi dizlerinin üzerine düşmüş karanlık bir odaya kapatılmış gibiydi. Üstelik o farkına bile varmadığı pencereden çok güçlü bir rüzgar esiyordu.
Hayallerimdeki o kusursuz adam, o pencerenin önünde ilk kez titriyordu.
"Gitti." dedi, tüm sesler kesildiğinde. Alt dudağımı iki dudağımın arasında sıkıştırırken, göğsüme dolan acısını hissettim. Sesindeki acı, kelimelerin uçlarını birbirine bağlayıp dolanmıştı boğazıma. İlk kez bu kadar sıkışmış hissetmiştim. Acıya alışkın bedenim ilk kez bu kadar sarsılmıştı. Yabancıydı. Farklıydı. Bana ait ama bir o kadar da uzaktı.
"Doruk..." dedim, fakat devam edemedim. Ne diyebilirdim ki? Yutkundum. O an sadece bir mucize olsun istedim. Sadece bir kaç dakika geriye gidebileceğimiz bir mucize. Hayatımdan sadece son beş dakikayı silebileceğim küçük bir mucize.
"Gitti." Elini saçlarına atıp hırsla çekiştirmeye başladı. Elimi uzatıp eline dokundum. Avcu avcuma düştüğünde saçlarından kopardığı teller değdi parmaklarıma. O an o kadar güçsüz hissettim ki, elimi hızla çekip arkamı döndüğüm gibi ondan en uzağa koşmak istedim. Yapamadım.
Gözleri gözlerimi bulduğunda kafasını iki yana salladı. "Gitmesin."
İlk kez titrediğine şahit olduğum parmaklarını sıkı sıkı sardım. "Kolay bir şey değil. Zaman ver ona."
Gözlerini kaçırdı. "Benden nefret edecek."
"Hayır." dedim, hızla kafamı iki yana sallayıp.
Duymadı. Dinlemedi. Avcumun içinde olduğunu bile fark etmediği parmaklarını sıkmaya devam etti. "Sevdiğim herkesi kaybediyorum." dedi, gözleri boşluğa düştüğünde.
Sadece bir an, kısacık bir an, kendime yer buldum o cümlede.
Gülümsedim. Acımın üzerine bastığım ne varsa kabuk bağladı bu gece. Ya da ben o yaraları çoktan kabullendim. Umursamadım. Umursadığım şey bambaşkaydı, acı çekiyordu, karşımdaydı. Düşünmedim.
Parmaklarının üzerindeki ellerimden bir tanesini kaldırıp yüzüne dokundum. "Doruk bak bana." Çenesine dokunan parmaklarım bana dönmesine neden olmuştu. Parmak uçlarım sızladı. İlk kez onun için, ona bu kadar yakındım. Gözlerim doğrudan gözlerine bakarken, "Melisa'yı kaybetmeyeceksin." dedim, kendimden emin bir şekilde. "Bu gece biraz yalnız kalsın, yarın gider konuşursun." Kafasını salladı. Gözleri yeniden boşluğa düştü. "Anlatırsın." Çenesindeki parmaklarım benden habersiz yüzüne ulaştığında farkına varmamış gibi davrandım. Usulca, kendisinin bile farkına varamayacağı şekilde sevdim onu.
Hep olduğu gibi.
Hep olacağı gibi.
"Ben anlatmak istedim Asiye." Parmağım gözlerini sıkı sıkı kapattığından alnındaki kırışan çizgilere dokundu. "Yemin ederim anlatmak istedim." Kafamı salladım ona hak verir gibi. Veriyordum da. Belkide ilk kez ona hak veriyordum. Durumun ironikliği, dudağımın kenarında ufak bir gülümsemenin doğumuna neden olmuştu. "Kardeşimin de benim gibi kahramanını kaybetmesine izin veremedim." Derin bir nefes bıraktı. "Yapamadım işte."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SYMPHONY
Short Story"Altı yıl, kendi hayatımı unutup ben seni yaşadım. Ha, bir gün böyle seninle evleneceğimi düşündüğümden de değil." Ağlamaya yakın gülümseme sundum ona. Omzumu silktim. "Belki bir gün karşılaşırız diye." İlk karşılaşmamız geldi aklıma. Söyledim dilim...