002

514 39 45
                                    

Henry yine kayboldu.

Otele yerleştiğimiz günden beri sürekli dışarı çıkıyor ve geç saatlerde dönüyor. Açıklama yapmasını istediğimde geçiştirdi ve çeşitli bahaneler sundu. Bahane diyorum çünkü Henry'nin Estonya'da her gün fink atmasını gerektirecek bir şey olduğuna inanmıyorum.

İki aydır uzaktayız. Garsonluk berbat bir deneyim. O daracık üniformaların içinde, bir türlü düzgün tutmayı beceremediğim için durmadan azar yediğim tepsileri taşıyıp götürmek, üstüne bir de memnuniyetsiz müşterilerin bitmek tükenmek bilmeyen eleştirilerini dinlemek...

Joe ile Robin hiç şikayet etmeden tüm işi kolayca bitirip dinlenecek vakit dahi bulabiliyorlardı ama ben hep geride kalıyordum. Bunun deneyimle ilgisi olduğunu zannediyordum ama benimle aynı durumda olan Henry en ufak bir tepki göstermeden görevini yerine getiriyordu. Tabii o Joe'nun aksine hiçbir müşteriyle iletişime geçmedi ki buna oldukça üzülen zengin kadınlar görmüştüm. Servise geldikçe benim yerime Henry'i yollamamı isteyen o aptalları hatırladıkça sinirlerim oynadı.

Onlardan birinin verdiği adresi saklayıp gizlice buluşmaya mı karar verdi diye düşünmekten kendimi alamadım. Kulağa pek mantıklı gelmiyor ama yine de aklıma takıldı bir kere.

Henry yanımda olmayınca kendimi garip hissediyordum. Güçlerim gittiğinden beri gündelik hayatımı sürdürmek bile zorlaşmıştı. Yıllarca alıştığım titreşimleri duyamayınca boşluğa düşmüş gibi oluyordum. Henry'nin varlığı bana eski benliğimi hatırlatıyor, rahatlamama yardımcı oluyordu.

"Eve!"

Dalgınca çizim yaptığım defterden başımı kaldırınca Robin'in dehşet içindeki yüzünü gördüm. "Sorun ne?" dedim ayağa kalkıp, ben de telaşlanmıştım.

"Henry-" Duraksayıp arkasına baktı.

Joe otelin kapısından Henry'i sırtlayarak geliyordu. Gözlerim irileşti. "Henry!" diye çığlık atarak yanlarına koştum. "Ne oldu?" diye bağırdım Joe'ya.

"Bilmiyorum! Yolda yürürken denk geldik ve bir anda bayıldı!" Joe nefes nefese Henry'i yere bıraktı. "Pansuman falan bilen var mı?" diye bağırdı Joe.

"Adam bıçaklandı mı sanki, ne pansumanı?" dedi Robin ters ters. "İlkyardım biliyorum ben, çekil de adam nefes alsın."

"Nefes almıyor mu?" dedim korkuyla.

"Alıyor," dedi Robin küçük bir kontrolden sonra. Boğazımı sıkıştıran yumru biraz olsun çözülmüştü. "Şimdi bir yeri çıkmış mı onu kontrol edeceğim." dedi Robin ellerini öne uzatarak.

"Uzak dur."

Henry'nin zar zor duyulan sesini duyunca rahatladım. "İyi misin?" dedim yanına eğilerek.

"İyiyim." diye fısıldadı. "Odaya götürün beni."

Bir koluna ben diğerine Joe girerek Henry'i odaya taşıdık. Neyse ki otelin curcunasız bir saatiydi ve kimse bizimle ilgilenmemişti.

Henry'nin beti benzi atmış yüzünü görünce içim kalktı. Tıpkı öldüğü günkü gibi duruyordu. Ölmek. Bu kelimeyi duymak dahi istemiyordum. Aslında pek de uzakta kalmamış olan anıları aklımdan kovalamaya çalıştım.

"Eve kalsın, siz gidin." dedi Henry kesin bir sesle. Robin ile Joe tereddütle bakışlarını bana çevirseler de Henry'nin buyurgan bakışları altında ezilip gitmek zorunda kalmışlardı. Yatağın ucuna oturup elini tuttum. Yüzünde anlamlandıramadığım bir ifade vardı. Tedirgin miydi, korkmuş muydu? Keşke titreşimlerini hissedebilseydim diye geçirdim içimden.

004x001Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin