020

265 29 24
                                    

Yer altında, daracık bir odaya bizi sıkıştırmışlardı. Oda mı? Hücre demek daha doğru olurdu.

Neden bizi itip kaktıklarını anlamıyordum, onların bize itaat etmeleri gerekmiyor muydu? Robin'in endişeli tavırları beni daha da geriyordu. Zaten Joe yerine hücresinde benimle kalmak için dakikalarca ısrar etmişti ama Henry daha yeni aramız düzelmişken yeniden bozamayacağını ileri sürerek konuyu kapatmıştı.

Bir yanım bunu Joe için yaptığını düşünüyordu ama diğer yanım barışmalarını sağlamaya çalıştığını düşünüyordu. 

Henry bencildi, bu apaçık ortadaydı. Zafere giden yolda onun için ahlaki değerlerin önemi yoktu, özellikle de birkaç cinayetin. Geleceğe dair iyi niyetli hedefleri de yoktu belli ki. İç geçirdim. 

Ama gerçekten deniyorum, Eve. Esnemeye çalışıyorum, taviz veriyorum.

Beni yanında tutmak için cinayet blöfünden vazgeçmesi fena bir adım değildi aslında.

 Ellerimi yüzüme kapadım, gülmeme engel olamıyordum. Trajikomik bir haldeydim. 

Derin bir nefes aldım. Hatırladığım en eski andan şimdiye, hatta gelecek hayallerime kadar her yerde Henry vardı. Başka kimseyi bilmiyordum ki. Zaten yabancı birine güvenmeye kalkışınca ne olduğu ortadaydı. Theo'yu öldürdüğüm gece aklıma gelince yine ürperdim. 

Henry'le olmak adeta tek seçenekti, hep öyle olmuştu. Boşuna kendimi kandırmıştım.

Şimdi düşününce böyle olması pek de umrumda değildi. Evet, Henry beni manipüle etmişti ama en azından diğer insanlar gibi beni aşağılamamış, benden korkmamış, tiksinmemiş ya da taciz etmeye çalışmamıştı. Benden faydalandığını sandığım anda bile beni gözetmeye çalışmıştı. Neticede Henry her ne istediyse hayaline beni de dahil etmişti. Küçük bir gülümseme yüzümü kapladı. 

"Bir iki güne daha güvenli bir yere geçecekmişiz." 

Henry bir anda banyodan içeri gelince kusursuz silueti karşısında irkildim. İki saattir kendimi ikna etmeye çalışmıştım ama sadece bir kere bakmam yeterli olurmuş aslında. Yüzümdeki gülümseme genişledi.

"Ne oldu?" dedi o da şaşkınca gülümseyerek.

"Hiç." Yataktan atladım. "Biraz gezsek mi? Hem bu adamlardan kurtulunca kendi başımızın çaresine bakmamız lazım, çalışacak yer falan ararız." 

Çenesinin hafifçe kasıldığını fark ettim. "Sadece bahçede dolaşmamıza izin verdiler." 

Kaşlarımı çattım. "O da ne demek? Tek görevleri bizi buraya bırakmaktı, iki gün burada kalacaksınız dediler. Şimdi de gideceğimiz yerlere mi karışıyorlar?" 

Omuzlarını havaya kaldırdı. "Bilmiyorum, Eve. Aslında sağladıkları güvenliğe ihtiyacımız olabilir. Burası pek tekin bir yer değil." 

"Henry Creel korkuyor mu?" dedim alayla tek kaşımı kaldırarak.

 Gözlerini devirirken beni kendine çekti. "Tabii, çünkü zavallının tekiyim." Parmağını yanağıma sürttü. "Ve bunu yapamıyorum," diye fısıldadı ince akım dalgalarını vücuduma yollarken. Akımlar kendinden emin bir şekilde dizlerimden yukarı doğru uzanırken titrememe engel olamadım. "Henry!" Kızararak onu ittirdiğimde güldü. 

"İki gün daha dayanalım, sonra defolup giderler zaten." 

"Ya da kaçarız. Yapmadığımız şey değil." Gülümsedim. 

Saçımı topladığım bez parçasını yavaşça çıkartıp omuzlarıma dökülmesine izin verdi. "İsterseniz sizi lüks bir mekana götüreyim, hanımefendi."

"O lüks mekanın ismi Hapishane Bahçesi olmasın?" dedim kaşlarımı kaldırarak. 

"Sizin güzelliğiniz güneş ışığı görmeyen mahkumlara ilaç gibi gelecektir." Büyüleyici bir gülümseme yollayınca kalbim tekledi. Öyle iyi biliyordu ki her seferinde beni kendine aşık etmeyi!

"Az önceki terbiyesizliğinizi görmezlikten geliyorum." dedim role girmeye çalışarak. 

Kolunu davetkar bir şekilde uzattı. "Bu umutsuz aşığı affedin." 

Kıkırdayarak koluna girdim. 

Bir süre sonra Joe ve Robin de sıkılıp yanımıza geldi. İkisi de aynı anda gelmelerine rağmen ayrı takılıyormuş gibi davranıyorlardı. Robin özür dilemeye çalıştığını ama Joe'nun o konuşmaya çalıştığında şarkı söylemeye başladığı için pes ettiğini söylemişti ve belli ki bu durum oldukça sinirini bozuyordu. Oturduğu yerde huzursuzca salladığı bacağı dikkatimi çekmişti. Joe de parmaklarıyla masada ritim tutuyordu. Bir buçuk aydır dargın halimize katlandıkları için sonsuz bir minnet duygusu içime kapladı. Daha iki gün olmuştu ve Henry de ben de çoktan daralmıştık. 

"Ben bir portakal suyu alayım." Yan yan Robin'e baktı. "Zihin açar." Robin ağzını açar açmaz bir melodi mırıldanmaya başladı. 

Umutsuz bakışlarımı Henry'e diktim ama bu konuya karışmayacağını belirtir gibi omuz silkti. 

"Portakal suyu yok." dedi garson sessizce, gözlerini yerden kaldırmıyordu. Zaten yanında defter dahi yoktu. 

"O zaman kola alayım." 

Yutkundu. "Kola da yok." 

"Soda?" 

"O da yok." 

Henry sıkıntıyla iç geçirdi. "Ne var o zaman?" dedi araya girerek. 

Adam irkilerek birkaç adam geriledi. Titreşimlerinin bir anda korkuyla uçuştuğunu hissedebiliyordum. Henry'e bakınca onun da aynı dalgaları hissettiğini fark ettim. "Su." diye fısıldadı adam. 

"Tamam, herkese su olsun o zaman." dedi Henry ses tonunu bir nebze alçaltarak. Adamın koşarak yanımızdan uzaklaşmasını izledik. 

"Nesi var bu adamın?" diye fısıldadı Robin, o da fark etmiş olmalıydı. 

"Henry'den korktu gibi geldi." dedim yarı merak yarı kuşkuyla. Henry de düşünceli bakışlarını adamın kaybolduğu yere dikmişti. 

"Burası özel bir pansiyon değil mi?" diyerek kaşlarını çattı Robin. "Bizden niye korksunlar ki? O adamlar sivil birer vatandaş gibi görüneceğimizi söylemişlerdi."

"Bizimki fazla ateşli diyedir belki," diye fikir yürüttü Joe. Bakışlarımızı görünce omuz silkti. "Ne, yalan mı?" 

Henry sabır dilenir gibi baktı. "Sadece içecek seçeneklerini sorarak birini böylesine etkileyebileceğimi sanmıyorum." 

İşte bundan emin değildim. Kaşlarımı kaldırdığımı fark edince yarım bir sırıtış yolladı.

"Yolunda gitmeyen bir şeyler var." 

Robin'in huzursuz sesi masayı sessizliğe gömdü. 

004x001Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin