Kasadaki Heeseung'ı gördüğüm an söylediğim, iki kelimeden oluşan tek bir cümle oldu. "Konuşmamız gerek." Şaşırmış gözükükyordu. Kafasını olumlu anlamda salladı ve 'beni takip et' gibi saçma bir cümle söyleme gereği duymadan üzerinde kocaman harflerle 'sadece personeller' yazan odanın önünde durdu. Üzerinde yaklaşık on tane farklı anahtar olan anahtarlıktan doğru olanı buldu ve kapıyı açarak içeri girmemi bekledi. Girdim, hatta odada bulunan küçük koltuğa da oturdum. Oda küçüktü. Muhtemelen çalışanlar üstünü başını değişmek için kullanıyordu. Heeseung kapıyı peşinden kapatarak kapıya yaslandı.
Benim konuşmamı beklemeden "Bir sorun mu var?" diye sordu.
"Bilmem, sen söyle."
Gülümsedi. Çapkın bir gülümsemeydi. Muhtemelen bunun bir çeşit flört oyunu olduğunu falan sanıyordu. Yine de gizlemeye çalıştığı endişenin farkındaydım. Bilmediğim bir şey dönüyordu. Kendimi bir çeşit bilinmezlikle dolu bir çemberde hissediyordum.
"Sorun her neyse çözülür." üç adımlık alanda ne kadar yavaş gelebilirse, o kadar yavaş bana yaklaştı, dizlerinin üzerine çöktü. Baş parmağı ve işaret parmağıyla çenemi kavradı. Tutuşu narindi, parmaklarını hissedemeyeceğim kadar nazikti. Yüzü yavaşça yüzüme yaklaşıyordu. Gelmekte olan şeyin elbette ki, farkındaydım. Bu yüzden bir an bile düşünme gereği duymadan kendimi geriye çektim.
"Bence bunu yapmak istemezsin." dedim. "Suratının tam ortasına bir yumruk yemek istemiyorsan tabii."
Aramızda oluşan boşluk bana yetmemiş olacak ki, onu omuzlarından ittirdim. Kalçasının üzerine düştü. Kollarını ayaklarına dolayarak, çenesini dizinin üzerine yerleştirdi. "Kötü biri olduğumu mu düşünüyorsun?"
"Kötü olup olmadığından henüz emin değilim. Fakat bir yalancı olduğun kesin."
Yüzünden bir sürü ifade gelip geçti ama şaşkınlık onlardan birisi değildi. En bariz okunan ifadesi gerginlikti. Düşünüyor gibiydi. Hangi konudan bahsettiğimi düşünüyordu ve bu çıldırmama sebep oldu. Belli ki, yalan söylediği bir sürü konu vardı.
"Sen de çok dürüst sayılmazsın."
Beklediğim cevap neydi bilmiyorum ama bu olmadığına emindim. Kaşlarımı çattım istemsizce. Gülümsedi ama bu, içten gülümsemelerinden uzak, çokbilmiş bir gülümsemeydi. Neyden bahsettiğini biliyordum. Ne Heeseung kördü, ne de ben.
Belki de, yer yüzündeki en acımasız yalancı ben olabilirdim. Sonuçta, insanın kendine yalan söylemesi kadar canyakan ikinci bir şey yok. Yalancıydım, çünkü kendime yalan söylüyordum. Yalancıydım, çünkü her şey yolundaymış gibi davranıyordum. Yalancıydım, çünkü gerçek duygularımı bastırıyordum. Aynı zamanda oldukça aptaldım, çünkü kendime aynı yalanı söylersem kalbime söz geçirebileceğimi sanıyordum.
Heeseung, gözümde nazik, cömert, samimi ve düşünceli biriydi. Ondan hoşlanmayı gerçekten deniyordum. Yine de en başından beri onu kandırmak gibi bir amacım yoktu. Olmazdı da. Ben bu tip bir insan değildim. Onu kandırmak gibi bir amacım olsa, defalarca yaptığı buluşma tekliflerini kabul eder, bir kaç dakika önce beni öpmesine izin verirdim. Fakat yapmamıştım. Hep kartlarım açık oynamıştım. Heeseung da bunun farkındaydı.
"Konuyu saptırıyor gibi duruyorsun." sessizliği nihayet bozdum.
"Yakalandım desene." dedi ortada gülünecek komik bir şey olmamasına rağmen gülerek. "Tam olarak hangi konudan bahsettiğinden tam emin olmamakla beraber, gerçeği duymak isteyeceğine de pek emin değilim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
heaven' jakehoon
FanfictionO, en yakın arkadaşım. O, çocukluk arkadaşım. Kendisine sürekli bunları hatırlattı. Fakat belli ki, her an göğüs kafesini yırtıp çıkabilecekmiş gibi atan kalbi, tam aksini düşünüyordu. [friends to 'enemies' to lovers] Park Sunghoon x Sim Jaeyun