Pemberley'de bir Osmanlı Prensesi

584 85 23
                                    

Not: Pemberley'nin en yalnız odası bölümünü okumuş muydunuz?

"Boğulmaktan korkuyorum." St. Clairs yara izini gördüğünden beridir hep bu cümlesini duyuyordu kadının. "Boğulmaktan korkuyorum." Korkmasının böylesine korkunç bir sebebi olabileceğini düşünmemişti. "Boğulmaktan korkuyorum."

"Annem Mihrace Sultan ya da vaftiz edilirken ona verilen adıyla Anna, kendimi bildim bileli hep Mehmet ile benim öldürüleceğimizden korkmuştu." St. Clairs'in önüne bıraktığı brendiyi izlerken dudaklarında yorgun bir gülümseme kıpırdandı. "Bugünden dönüp de bakınca haksız olmadığını anlayabiliyorum. Oysa o zaman bunu anlayamayacak kadar küçüktüm." Parmak uçlarını kristal kadehin ağzına sürttü. "Babam Yavuz o zamanki padişahın hayatta kalan tek halefiydi. Ne oğlu vardı amcamın ne de başka bir erkek kardeşi. Annem, Padişah'a bir şey olursa tahta geçebilecek tek kişinin çocuklarına, hatta geleceğin padişahına annelik ettiğinin hep farkındaydı. Kafasından diğer cariyelerin Mehmet'e zarar verebilecekleri, bir gece onu uykusunda boğdurabilecekleri fikrini bir türlü atamıyordu." Bu yüzden başka bir cariyenin oğlu doğduğunda Mihrace Sultan gözünü karartıp onları İstanbul'dan, saraydan kaçırmayı kafaya koymuştu. İçeriden birinden, bir kızlar ağasından yardım almıştı. Ona çocuklarının canını kurtarması için yalvarmıştı daha doğrusu. "Dayım bunları bize annem öldükten çok sonra anlattı."

"Bunu padişahın kullarından birine nasıl kabul ettirmiş peki? Neden yardım etmişler annene?"

"Bilmiyorum." Kadehteki altın rengi sıvıdan bir yudum aldı. Brendi genzini yakarken yaşaran gözlerini kırpıştırdı ve tedirgin bakışları kütüphanenin içinde ağır ağır dolandı. "Ona neden yardım ettiklerini, annemin deliliğine neden ortak olduklarını, bir şehzadenin çocuklarının kaçırılmasına nasıl olup da göz yumruklarını asla anlayamadım."

Paradan daha fazlası olmalıydı. Annesine inanan, onu kendi canından biriymiş gibi seven biri ona yardım etmese bu kaçış imkansız olurdu. Belki de amcasının eşlerinden biri, Eflatun Sultan, onlara yardım etmişti. Tabii bunların hepsi birer tahminden ibaretti.

"On bir yaşına bastığımız gün, bir gece yarısı, annem beni ve Mehmet'i daldığımız derin uykudan uyandırdı." O gece bir isyan çıkmıştı. Saray bahçesi her zamankinden daha kalabalık, sarayın içi ise her zamankinden daha karışıktı. Bir süredir Mehmet'i de kendi odasında yatıran, gözünü bile kırpmadan başlarında bekleyen Mihrace Sultan kapının arkasına sandık üstüne sandık yığmıştı. "Kapı üç kez gürültüyle çalındı, birkaç kez de zorlandı. O kargaşadan nasıl sağ çıktığımızı hatırlamıyorum ama ertesi gece, gece yarısından hemen sonra bizi bekleyen bir kayığa ulaştık." Oradan Haliç'e, Haliç'ten de gizli bir kamarası olan büyük bir gemiye gitmişlerdi. Hayal meyaldi buralar -düşle gerçek birbirine karışmış, suretlerin hepsi zamanla birbirini andırmaya başlamıştı. "Hiç İstanbul'da bulunmuş muydun?"

St. Clairs bir süre sessiz kaldıktan sonra başını iki yana sallayarak yanıtladı sorusunu. Hayır demiş olsa da Gülfem sorusunun gerçek yanıtını almıştı.

"Günlerce o kamaradan hiç çıkmadan yolculuk yaptık. Arada sırada yaşlı bir denizci bize ekmek ve su getirdi."

Bir yudum daha brendi içti. St. Clairs boynundaki yara izini gördüğünde olduğu yerde taşlaşmıştı sanki. Elini uzatıp yara izine dokunmak istemiş, onu incitmekten korkarak yumruklarını sıkıp sabırla sakinleşmeyi beklemişti. Söyleyeceği, lanetleyeceği o kadar çok şey birikmişti ki göğüs kafesinde dönüp arkasını içki dolabına gitmiş, içkiye sığınmıştı. Gülfem için de bir kadeh doldurmadan önce peş peşe iki kadeh yuvarlamış, üçüncü kadehini de alıp Gülfem'in yanına öyle dönmüştü. Rengi hala kül gibiydi.

Bir Dükü Kendine Aşık Etmenin Üç Başarısız YoluHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin