"bu dersimizde mutlu ifadelerin nasıl yapılacağını öğreneceğiz. birincisi; göz çevrelerinde kırışıklar oluşur. ikincisi; her iki yanak da yukarı kalkar. üçüncüsü; göz çevrenizdeki kırışıklıklarda hareketlenme olur. şimdi tekrar edin lütfen."
*
onu takip ederken kendimi sakinleştirmeye çabalamam anlamsızdı. iyi bir şeyle karşılaşmayacağımdan neredeyse emindim. "bu yolda birlikte miyiz jeongin?"
başımı önümden kaldırıp ensesine baktım. birlikte miydik? olanları düşününce tüylerim ürperiyordu. hyunjin'in dur durak bilmeyeceğini fark edince, belki de onu öldürüp tüm bunlara bir son vermenin bana düştüğünü düşünmeye başlamıştım. onu ihbar edemezdim, bunu yapamayacağım kadar net bir şey yoktu. yanılmıştım. onu en başında bırakmalıydım. canımı yakması, canını yaktığı şeylere şahit olmam benim suçumdu. "öyleyiz."
bir kişinin daha canını yakma fikri çok gelmiyordu artık bana. sarışın kızın ayak bileğini düşündüm. oluk oluk akan kanlar başta ürkütse de sonradan sakinleştirmeye başlamıştı. yaşadığımı hissettirmişti bana, bu duyguyu hissetmeyeli ne kadar oldu bilmiyordum. minho'nun açık kalan gözlerinde gördüğüm mutluluktan başka bir şey değildi, eminim. sebebi neydi bilmiyorum, kendimi kandıramam. jisung'un gittiği yere gitmek mi yoksa sevgilisinin katilini adalete teslim edip nefes almaya devam etmek mi onu daha mutlu ederdi bilmiyorum. salonun ilerisinde, koridorun sonundaki beyaz kapılı odanın önüne geldiğimizde durdu. arkasını dönerek yüzüme baktı. "ne oldu?"
ellerimi tuttu. konuşmuyordu ama ağzı hafifçe aralanıp geri kapanıyordu. söyleyeceği bir şeyler vardı. onu cesaretlendirmek adına parmaklarımla ellerini okşadım, güç verdiğimi hissettim. "seninleyken farklı hissediyorum." uzun konuşmasını beklemek saçmalıktı. kendini ifade etmesi zordu, yüz ifadesi bunu ele veriyordu. "bunu hiçbir şeyin değiştirmesine izin vermeyeceğim." çatılan kaşlarım saniyeler içinde yerini gülen bir yüz ifadesine bıraktı. bana karşılık verdi. yüzlerimiz yakınlaştığında odanın ardından gelen mırıldanma seslerine kulak vererek durdum. biri ağlıyordu. hyunjin kulağıma fısıldadı ve kapıyı açtı. "önce işimize bakalım."
gözlerim bilerek önce odada gezindi sanırım. düzgün beyaz stor, perdeler, yüksek yatak, dolaplar ve kitap rafları. hepsi beyaz kitaplarla doluydu. odanın ortasında, kurumuş kan lekelerinin desenlediği sandalyede oturan insana baktığımda ellerimi gözlerime kapatarak geriledim. "aman tanrım- aman tanrım aman tanrım.." aklımı kaybettiğimi sandım o an. bu imkansızdı, bu olamazdı. hayır, bu kadarına cüret edemezdi! tanıdık lateks eldivenlerin sesi kulağımı doldururken bir şey düşünmek için zamanım yoktu.
kenardaki dolabın üzerinde keskin olduğunu umduğum bir aleti elime geçirip üzerine atıldım. onu öldürmek istemiyordum, sadece yaralansın ve dursun. dursun artık, yalvarırım biri onu durdursun. ince neşteri omzuna sapladım. bağırışlarıyla delirecek gibi olmuştum, neşteri çıkarıp üzerime atladı. yerde debeleniyorduk. "bunu yapmayı kes artık! psikopat değilsin sen!"
eliyle boğazımı sıkmaya başladığında tüm hareketlerim pasif hâle gelmişti. "onu öldürmek istediğini biliyorum jeongin, bu duyguya izin ver. bırak aksın her yanından düşünceler, yapmak istediğini yap artık."
"hayır lanet olası! onu öldürmek falan istemiyorum, onu seviyorum! anladın mı?" güçsüz kollarım yakalarına doğru gidiyor, hafifçe temas etmekten başka bir şey yapamıyorlardı. boğazımdan sabitleyerek sırtımı duvara yaslar pozisyona getirdi. "merak ediyorum, jeongin. sevdiğini söylediğin birinin öldürülüşünü izlemek mi daha çok zevk verir, kanların alnından aktığını, son nefesini verişine tanık olmak? yoksa onu öldürmek mi? birincil temasla, kanların akmasına sebep olan kişi olmak mı, son nefesini ellerin arasında hissetmek mi?"