Telefonunu bunca zaman açmamıştım. Zaten Hyunjin'in de belirttiği gibi, son birkaç gündür beni aramayı bırakmıştı.
Fakat tüm bunlara rağmen en yakın arkadaşı Hyunjin'in mesajlarına dahi yanıt vermeyip, direkt olarak beni aradığını anlamıştım.
Binlerce düşünce arasında nihayet yeşil butonu kaydırdım ve yalnızca, "Ne istiyorsun?" dedim telefonun karşısına doğru. Bu sırada üst katın merdivenlerini inmeye başladım.
Onun tarafında gürültülü bir kıpırdanma oldu, açmamı beklemiyor olduğunu düşündüm nedense.
"Minho," dedi önce. "Ne... Neredesin?"
Duyabileceğinden endişe etmeden iç çektim. "Ne istiyorsun Chan? Hyunjin'in telefonlarına bakmak yerine beni mi arıyorsun?" dedim duygu içermeyen buz gibi bir tonda.
Cümlemi duymamıştı sanki ya da duyup, umursamamıştı. Cevaben, "Buluşabilir miyiz," dedi oradaki yağmur sesini kulağım ancak seçebilmişken. Dışarıda olduğu açıktı artık. "Son defa, yemin ederim." diye de ekledi.
Telefonu kulağımdan uzaklaştırıp indiğim giriş kattaki lobide öylece dikildim. Dişlerim birbirini sıkmasa, telefonu kavrayan parmaklarım kenarlarına baskı yapmasa öylece dikiliyor oluşuma doğru denebilirdi.
Busan Şehir Kütüphanesi'nin ağır dış kapısını aralayıp karanlık havadan ivedi bir hızla dökülen yağmura baktım.
Sonra telefonu yeniden kulağıma koydum.
"Neredesin?"
~~~
Başımdan yukarıda tuttuğum siyah ceketim olmasa sırılsıklam olacağımı biliyordum. Sırf bu nedenle bile Chan ile buluşmayı reddetmeliydim, diye düşündüm. Kütüphaneye yakın bir yerde olduğunu söylemese, böyle bir zahmete girmezdim elbette.
Arabasını olduğum yerden tanıdım. O da beni uzaktan tanımıştı; aracın sürücü koltuğundan çabucak kalkıp öylece dışarı çıktı. Şu halde, beş dakika geçmeden ıslanmadık yeri kalmayacaktı.
"Evet, ne oldu?" dedim yanına vardığım gibi.
Kıvırcık kumral saçlarından birkaç damla düşerken, "Arabaya geçelim mi?" diye sakin tonda bir teklifte bulundu.
"Böyle iyiyim." diye kestirip attım.
Benim için gerçekten hava hoştu, ceketim sayesinde ıslanmıyordum zira. Hem böylece, her ne anlatacaksa -yine aynı saçmalıklardan bahsedecek olsa bile- kısa tutmak zorunda kalacaktı.
Gözleri hızlıca beni süzdüğünde sordu. "Yaralandın mı?"
Omuz silktim. Parmağımdaki minik sargı bezini ima ediyordu.
"Sadece beş dakika Minho. Daha fazla değil."
Hafifçe kafamı salladım. "Tamam, dinliyorum."
"Ben gerçekten böyle olsun istemedim," diye başladı. Hızlı hızlı konuşarak devam etti.
"Ama sen bilmeden kendine zarar veriyorsun. Yanlış şeyler yapıyorsun hatta inatçısın Minho, tamam mı?" Yüzündeki kaslar gerilmeye, el hareketleri artmaya başlamıştı. Bense sadece beş dakikayı doldurmasını bekliyordum. Kayda değer bir şey yoktu. "İşte, paran yok. Azıcık dönüp beni dinleseydin şu anda burada değildik bile. Artık o bursu alamayacaksın çünkü saçma sapan biri yüzünden her şeyi geri plana attın."
Saçma sapan biri.
Chan bana karşı sesini yükselterek konuşmaya, Jisung'u yeniden ve yeniden suçlamaya, yağmur hızını artırmaya başladığında ben de deri ceketimi sıkılmış yumruklarım arasında yamuk biçimde tutuyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
slave of the ocean - minsung ✓
Fanfic"madem öyle, bundan sonra benim kölemsin." deniz biyologu Minho ve en az onun kadar okyanus aşığı olan yürüme engelli Jisung'un ikilemlerle dolu hikayesi. [josee, the tiger and the fish] [yan ship: hyunin] [14.01.23 - 14.02.24]