1

562 21 1
                                    

Adapazarı postası o gün iki buçuk saat rötar yapmıştı.

Pendik istasyonunda, Bolu'dan gelecek ortanca kızını bekleyen Nadide Hanım, merak içinde idi.

Çocuk ağrısı çeker gibi elleriyle hafif hafif kasıklarına basarak mütemadiyen dolaşıyor, ara sıra yere çömelerek yüzünü trenin geleceği tarafa çeviriyordu. Akşam yaklaşmıştı. Karşı tepede uçuşan hafif bulutları bazen lokomotif dumanı sanarak yerinden kalkıyor, zaman zaman kulağına hiç yoktan düdük sesleri geliyordu.

İstasyon memuru merak edilecek bir şey olmadığını söylemişti. Fakat ne malum! Bu adam, eski bir bildikti. Demek ki, hakikaten korkulacak bir şey de olsa böyle diyecekti.

İhtiyar kadın, ara sıra memurun açık kapısı önünden geçerken içeriye bir göz atıyor, onun yüzünden, halinden bir şeyler sezmeye uğraşıyordu.

Memur, biraz evvel uzun bir telgraf şeridi okumuş, sonra dışarı çıkarak Lala Tahir Ağa ile konuşmuştu. Bu iki vaka arasında acaba bir münasebet yok muydu?

Lala, ağır ağır Nadide Hanımın yanına geldi; lâf olsun diye «Bu tren neye bu kadar gecikti ki, acaba hanımefendi?» diye sordu.

Nadide Hanım, fena halde titizlendi:

— Merak edilecek ne var alık? Bizim trenlerin vaktinde gelip gittiği görülmüş şey mi? diye çıkıştı.

Ara sıra oyunlarını bırakıp aynı suali sormaya gelen çocukları da böyle tersliyordu.

Nadide Hanım, sıkı zamanlarda kendini bir kaptan gibi nikbin gösterir, etrafında korkanlar olursa kızardı. Bu, onun cesaretinden değil, bilâkis çok korkak ve vehimli olmasından ileri geliyordu. Fena bir şüphe, yalnız kendi kafasında kapalı kaldığı müddetçe o kadar tehlikeli bir şey değildi; fakat başkalarına geçti mi derhal onun gözünde maddî bir hakikat şeklini alır, çok kere bu paniğin kendi icadı olduğunu bilmesine rağmen neticede en çok telâşlanan yine kendisi olurdu. Evet, bu merakların çok kere boş olduğunu kendi de biliyordu amma ne yapsın, elinde değildi.

Paşası sağken acayip bir sinir hastalığına tutulmuş, yedi sene yatakta yatmıştı. Öyle zamanlar olurdu ki, lokma yemek yediremezler, hindiye ceviz yutturur gibi zorla ağzını açarak gırtlağına süt, yumurta dökerlerdi. Mütemadiyen bir yanına yatmakta inat ettiği için vücudunda göz göz yaralar açılırdı.

Bu hastalık, paşanın ölümüne kadar sürmüştü. Fakat o, gözünü kapayınca başsız kalan konak birdenbire karışmış, Nadide Hanım, kocasının rahat döşeğiyle beraber, kendi hasta yatağını da kaldırtmaya mecbur olmuş ve o gün bugün bir kere bile hastalanıp yatmamıştı.

Şimdi, altmışını geçmiş olmasına rağmen sırım gibi bir vücudu vardı. Eski hastalığından, çocuklarına karşı bir nevi delilik derecesine çıkan bu meraktan başka bir iz kalmamıştı. Aksi gibi onlar da kocalarının peşinde mütemadiyen gurbette gezerler; biri gelir, biri giderdi.

Tren yolculuklarını pek o kadar merak etmezdi. Ne de olsa ayakları karada demekti. Fakat denizde oldukları gece sabaha kadar uyumaz, ikide bir pencereden başörtüsünü sallayarak rüzgâr çıkıp çıkmadığına bakardı.

İhtiyar hanımefendinin bir eski tecrübesi vardı: Sevinmek ona hiç yaramazdı. Ne zaman biraz fazla güldüğünü fark etse hemen durur:

— Çocuklar, göreceksiniz yine bir şey çıkacak, üzüleceğim... derdi.

Kocasıyla beraber iki seneden beri Anadolu'da gezen ortanca kızı nihayet İstanbul'a dönüyordu.

Allah onun bir gece evvel yüzünün güldüğünü görmüş: «Sen misin sevinen? Al sana bakalım!» diye bu aksiliği çıkarmıştı.

Kızılcık DallarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin