19

8 0 0
                                    

Gülsüm, konağa geleli aşağı yukarı bir buçuk sene oluyordu. İsmail, artık tamamiyle unutulmuştu. Gülsüm, arasıra onu hatırladığı zaman yüreğinde eski acıyı duyamıyordu. Hele yüzünün hayali o kadar silikleşmişti ki, bugün bir yerde rastlasa birdenbire tanıyacağı şüpheliydi.

Karamusallı sütninenin söyledikleri, peygamber sözü gibi çıkmıştı. Ancak şu var ki, Gülsüm'ün İsmail'i unutması kâfi değildi; aynı zamanda ondan münhal kalan muhabbeti Bülent'e vermesi, bebeği hakikî bir abla gibi sevmesi lâzımdı. Aksi halde çocuğu gönül rahatlığıyla ona teslim etmek mümkün olamazdı.

Hanımefendi, kızı çocuğa ısındırmak için elinden geleni yapmış, fakat bir türlü netice elde edememişti, Bülent, hayli büyümüştü. Artık yanına yaklaşanların ağzını, burnunu karıştırmaya, etrafına tek dişli ağzı ile gülücükler saçmaya başlayan sevgili çocuk, Gülsüm'ü de iltifatlarından mahrum etmiyordu. Fakat, hain kız, bu meleğe karşı bir taş gibi hissiz kalıyor, o tatlı gülücüklere durgun, kara bir bakışla mukabele ediyordu.

Mamafih, bu kızın sade şefkatten değil, insanlığın hiçbir iyi duygusundan nasibi olmadığına artık şüphe kalmıyordu. Hanımefendinin bu son tecrübesi de boşa çıkmıştı. Gülsüm, adam olmayacaktı. Mayası bozuk insana terbiye kâr eder mi? Bu dünyanın kötüleriyle peygamberler bile başa çıkmaktan âciz kalmıştı. Melek gibi bir kadın ne yapsın?

Onu sokağa atmaya Hanımefendinin vicdanı tabiî razı olmayacak, ötekiler gibi kendiliğinden defoluncaya kadar nâçar, çekecekti.

Evet, Gülsüm'de adam olacak bir insan gözü yoktu. Konakta herkes iyi kötü bir işe yarıyordu. Ona gelince var mı hayta, gidip gezip sürtme, çalıp çarpma, hizmetçilerle dolaşma, türlü dedikodularla evi birbirine katma... Âlâ... Fakat, ezkaza iki paralık bir iş istediniz mi, surat bir karış...

Onun konakta belli başlı hiçbir vazifesi yoktu.

Gündüzleri bütün işi oyundan, eğlenceden ibaret gibiydi. Çocuklar at, araba oyunu oynadığı zaman, o, daima at olur, arabaları çeker, yemiş istedikleri zaman ağaçlara çıkar, entarisinin her eteğini bir dala takıp yırtar. Kumaş parasını kendi vermedikten, dikişini kendi dikmedikten sonra, yırtmazsa kabahat:

Çocuklara havuz kazıyorum diye, kürek saplarını kırar, baltaların ağzını taşa çarpıp körletir; havuzu doldurmak için kova kova su çekerken tulumbayı bozar.

O arada çamaşır astırmaya, bakkala göndermeye, yahut yukarıda başka bir işe çağırırlar. Çocuklar, hep bir ağızdan, «Gülsüm bizi oynatıyor, göndermeyiz,» diye bağrışmaya kalkarlar. O: «Yapmayın, bana dayak yedireceksiniz. Beni öğretiyor sanıyor» diye sızıldanır. Sanki bacak kadar boyu ile, köylü aklı ile adam aldatacak.

Onun el altından çocukları kışkırttığını Hanımefendi bilmiyor mu? Hem bu, onun eski ahlâkıdır. Canı bir yemiş yemek, yahut bir eğlenceye, bir oyuna gitmek istedi mi, el altından çocuklara öğretir. Hâsılı konakta ne pislik çıkarsa onun başı altından çıkar. Nasıl ki uğursuz ayağını bastığı günden beri, konaktan aksilik ve felâket eksik olmamıştır.

Evet, Gülsüm'ün bu konakta belli başlı bir işi yoktur. Yalnız günde kırk elli defa ikinci, üçüncü kattan inerek kapıyı açar; yirmi otuz defa da bakkala, aktara gider.

Büyük hanım, ona gideceği yere, doğru gidip gelmesini bir türlü öğretememişti. Bakkal iki dakikalık bir yerdi. Zaman olur ki, o on beş dakikada geri dönmez. Büyük hanıma ayak üstünde kırk yalan: «Vallahi hanım efendiciğim; bakkal kalabalıktı, bekle, işim var» dedi. Yahut; «Mal gelmişti ve, tenekeleri açıyordu da...» halbuki, ya alık alık etrafı seyretti, ya boydan boya çarşıyı gezdi, yahut da kim bilir bakkal oğlanlarıyla fingirdedi. Bu dışarlık çocukları bir acayipti. Şehir çocukları, ev çocukları on dört on beş yaşına kadar dünyadan habersiz yaşadıkları halde, onlar yedi, sekiz yaşında âdeta kadınlıklarını, erkekliklerini duyar.

Kızılcık DallarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin