33

13 0 0
                                    

Hastanın yanında yalnız Gülsüm bırakılmıştı.

Yol, hayli uzadığı için artık kadıncağızın sıhhati hakkında sık sık haber alınamıyordu. Yalnız Murat Bey, üç beş günde bir işleri için İstanbul'a indikçe konağa uğruyor, her defasında: «Doktor, nihayet bir haftalık ömrü kaldı diyor... Pek perişanım, bastığım yeri bilmiyorum» diye ağlıyordu.

Ayakta dolaşmasına rağmen bir türlü iyileşmediğini iddia eden büyük hanım, onu gördükçe büsbütün bitap tavırlar -alıyor, hatta bazen vakit bulursa mindere uzanıp dizine bir battaniye örterek sızıldanıyordu:

— Size bakamıyorum Murat'çığım. Allah bilir çok meyusum. Lâkin ben de hastayım. Çocukları telâşlandırmayalım diye dişimi sıkıyorum amma, bu seferki hastalığımı beğenmiyorum.

Murat:- «Allaha emanet, teyzeciğim, Allaha emanet... Allah çok zaman seni başımızdan eksik etmez inşallah...» diye onun omuzlarım okşuyordu.

Bir zaman sonra Murat Beyin ziyaretleri daha seyrekleşti; nihayet büsbütün durdu.

***

Yağmurlu bir akşamdı. Konağın kapısı önünde bir araba durdu. Köşe penceresinde oturan büyük hanım: «Hayırdır inşallah!» diye camı sürdü ve sokağın alaca karanlığında Murat'ın iri vücudunu tanıdı. O, arabacının yanında duran bir küçük bavulu alırken. Gülsüm, çocukları kucağına alarak arabadan indiriyordu.

Nadide Hanım, sokağı görmek için omuzlarına abanan kızlarına döndü, iki elini göğsüne bastırarak:

— Eyvah, çocuklar... Kadıncağız gitti, diye inledi.

Onlar: «Yüreğini oynatma anne... Yüreğini oynatma!» diye merdivene koştular. Yarım dakika sonra, Murat'ın aşağı taşlıkta hıçkırıklarla ağladığı işitildi.

Nadide Hanım, nihayet kendini toplayarak merdivenin sahanlığına inebildiği vakit feci bir sahne gördü. Murat, sokaktan yeni gelmiş ve çamurlu çizmelerinden birini henüz çıkarmaya vakit bulamamış olan Feridun Beyin omuzuna başını dayamış ağlıyor; zabit, onun sırtını okşayarak: «Metin olun birader... Metin olun... Allah tesellisini ihsan eder» diyordu. Mutasarrıf büyük hanımı fark edince kollarını kaldırarak:

— Ah teyzeciğim... Nihayet korktuğumuz başımıza geldi, diye inledi.

Sokak kapısı kapanınca taşlık büsbütün kararmıştı. Feridun Bey, bu karanlığın sahnenin fecaatini artırdığını görerek:

— Lambayı yaksanıza... Neye öyle duruyorsunuz? diye bağırmaya başladı.

Gülsüm, çocukları birini bir eline, birini diğer eline almış, kapının yanında duruyor, hiç ses çıkmıyordu. Nihayet, mutfak tarafından bir lâmba geldiği zaman, onun —arı sokmuş gibi— ağlamaktan yüzü şişmiş olduğu görüldü.

Feridun Bey, Murat'ı kolundan tutarak yukarı çıkarırken küçük hanımlar miyavlar gibi ince merhamet sesleri çıkararak çocuklara yaklaştılar. Fakat onlar, vahşî bir korku ile Gülsüm'ün arkasına saklandılar. Bu, onlar için tabiî bir hareketti. Fakat Gülsüm'e ne oluyordu?

Kız konağa ilk defa ayak basıyormuş gibi, yabancı bir tavırla duruyor, kimseye bakmıyor, elindeki mendili ara sıra yüzüne götürerek gözlerini, burnunu siliyordu.

Hasta, gece sabaha karşı ölmüş, gündüz ikindiden sonra Yakacık mezarlığına gömülmüştü.

Konakta âdetti, ölüm haberleri çocuklardan saklanır, ölen anaların Bursa'ya, babaların ise Mekke'de hacı olmaya gittiği söylenirdi. Murat'ın çocukları için bu masala hacet kalmadı. Çünkü, o kargaşalıkta kimse onlarla meşgul olmadığı için, her şeyi görmüşler, bahçede tabut yapılırken etrafında dolaşmışlar, kaynayan kazanın altına çalı çırpı atmışlar, belki hatta bir yere saklanarak annelerinin yıkandığını seyretmişlerdi.

Yine konağın eski âdetlerinden olarak büyük hanım, acele pirinç çorbası pişirtti. Fakat çocuklar çok yorgun oldukları için yemeği beklemeyerek Gülsüm'ün dizinde uyudular.

Geceler hayli uzamıştı. Bahusus böyle, zamanlarda erken de yatılamazdı.

Erkekler, selâmlık odasında Murat Beyi —sünnet çocuğu gibi— avuturlarken, hanımlar da Gülsüm'ün etrafına toplandılar. Hasta öldüğü zaman yanında bulunduğu için, kızda hayli sermaye olacaktı. Bir gün içinde bir eski tarih vakası oluveren bu ölümün kim bilir ne acıklı ve heyecanlı bir hikâyesi vardı. Fakat, onlar sıkıştırdıkça kız, âdeta bir düşman çehresiyle somurtuyor, sorulan suallere bir, iki kuru kelime ile cevap veriyor, soğuk bir kinle dudakları kasılıyordu.

Hanımlar, fena halde bozulmuşlardı. Fakat bir şey belli etmediler: «Sen yorgunsun. Haydi git yat!» dediler. O, çıktığı zaman, büyük hanım:

— Kuzum, Allah aşkına buna ne oluyor böyle? dedi, surat bir karış.

Naciye, umursamazlıkla omuzlarını silkti: .

— Anlayamadın mı? Yalnız ev hanımlığına alıştı. Orada istediği gibi esip savuruyordu... Fakat hanımlık kısa sürdü. Devlet düşkünlüğü kolay değil... Ben de olsam somurturum.

Dürdane de aşağı yukarı bu fikirdeydi:

— Murat Bey çok nazik adam... Annemin ahretliği olduğu için, bu dilenciye yüz verdi; birkaç kere, «kızım, evlâdım, çocuğum» diye çenesini okşadı. Bu da kendini adam oldu sandı. Böyleleri yüz götürür mü?

Karamusallı sütnine onlar gibi düşünmüyordu:

— Aklıma bir şey geliyor amma, inanmazsınız... «Sen kötü yürekli bir kadınsın» dersiniz. Haydi söylemeyim, dedi.

Hanımlar:

— Söyle sütnine, ziyanı yok, diye ısrar ettiler.

İhtiyar kadın, sözlerinin işitilmesinden çekiniyormuş gibi, sesini alçaltarak:

— Ben böylelerinin ciğerinin içini bilirim, dedi, bu kız «Hanım ölürse, Murat Bey belki beni alır!» diye ümitlendi... Kişi haddini bilse ne güzel olur...

Büyük hanım, dalgın dalgın düşünerek:

— İnanırım sütnine, diyordu, böylelerinden her şey beklenir.

Kızılcık DallarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin