14

12 2 0
                                    

Gülsüm, kardeşinin öldüğünü ortaoyununda öğrendi.

Sütninenin işittiği havadisin şaka mı, sahi mi olduğunu anlayamayarak: «Aaa, aaa... sen beni aldatıyorsun... Doğru mu diyorsun Allah aşkına?» diye söylenirken, davul zuma başlıyor, Pişekâr, kırmızı cüppesiyle ağır ağır yenidünyanın önünden geçiyordu.

Bu dakikanın acısı ile zurna sesi, Gülsüm'ün kafasında o kadar kuvvetle birbirine bağlandı ki, senelerden sonra, İsmail'in çehresinden ve muhabbetinden en küçük bir iz kalmadığı, uzaklardan ne zaman bir zuma sesi işitse gayriihtiyarî garipser ve ağlamak arzusu duyardı.

Mamafih, o gece ortaoyununda hiç ağlamamıştı.

Karamusallı sütninenin uzun uzun düşündükten sonra, icat ettiği plan şu idi:

Kıza bu haberi eğlenceli bir yerde vermeli ki, acısını pek duymasın... Nasıl ki, erkek çocukları da bunun için çalgı çalarak, hep bir ağızdan «Maşallah, maşallah, oldu da bitti maşallah» diye bağrışmak, el, ayak vurarak sünnet etmek âdet olmuştu... Evet, kız, ilkinden bir parça acı duyar, lâkin çocuk olduğu için, biraz sonra kavuklunun tuhaflıklarına, mantin feraceli, bürümcek yaşmaklı zennelere dalıp kederini unutur.

Fakat, hepsi bu kadar da değildi. Sütninenin daha başka hesapları vardı. Gülsüm'de her türlü fenalığına, pisliğine rağmen, garip bir vefakârlık sezmişti. Ne suretle olursa olsun, bir parça gönlünü alan insanlara günlerce köpek sadakatiyle bağlanıyordu. Havadisi vermeden evvel ona: «Kızım, bak, ben, Müslüman bir kadınım, senin ananım, sana bir iyilik edeceğim, bir sır söyleyeceğim, amma, kimseye söylemeyeceğine yemin etmelisin... Hanımefendi, bunu sana söylediğimi duyarsa beni evden kovar, sonra bana yazık olur» derse kız onu ele vermemek için ne mümkünse yapardı.

Tek korkusu, evlâtlığın Zuhuri Kolu'nda kendisini tutamayarak bir gürültü çıkarmasıydı. Fakat, bunun da çaresi vardı. Baktı ki, kız fazla meraklanıyor, yahut şirretlik ediyor, neşeli bir tavır alır: «Hay deli; İsmail neden ölecekmiş... Ben, bakalım İsmail'i sahiden seviyor mu, sevmiyor mu, diye senin ağzım aradım» deyiverirdi.

Fakat, buna hacet kalmadı. Gülsüm, sütnineyi ele vermeyeceğine dair yeminine inanılmaz bir vefa gösteriyor, çocuklar ön sırada gülmekten kırılırken, o, arkada sütninenin yanında, yüzünü onun dizlerine kapamış, uslu uslu yatıyordu.

İhtiyar kadını komşuları ara sıra :

— Çocuğun bir şeyi mi var, büyük hanım? diye soruyorlardı. O: «Biraz başı ağrıyor galiba!» dedikten sonra, ihtiyaten cebinde getirdiği gül sirkesi şişesini çıkarıyor, mendiliyle kızın alnını ovuşturarak: «Kalk çocuğum... Bak, seni hasta mı diye merak ediyorlar? Etrafına bak, açılırsın. Sen, bana böyle mi söz verdinde ha!» diyordu.

Gülsüm için, bu dakikada başını koyduğu bu ana dizinden, avuçlarında tuttuğu bu sıcak yumuşak ellerden daha iyi bir şey yoktu. Keşki bıraksalar da, hep böyle yapsaydı. Fakat, Karamusallı sütnineyi kırmamak için, mutlaka başını kaldırmak lâzım olduğunu anlıyor, kavuğunu hoplata hoplata pişekârın karşısında Çırpan oynayan kavukluya, yahut ellerinde fenerle zennelerin yenidünyaya aldığı zamparayı basmaya gelen mahalleliye, etraftan, bağıran, gülen, el çırpan ahaliye ürkmüş bir hayvan bakışı ile bakıyordu.

Belki bir yandan hanımefendinin kulağına gider korkusu ile Gülsüm, derdini herkesten saklardı. Yalnız nedense bunu lalaya söylemekten bir türlü kendini meedememişti. Fakat, ona da bu sırrı saklayacağına dair büyük yemişler verdirdikten sonra... Lala, bu hikâyeyi evvelâ ciddiyetle dinliyordu. Fakat Gülsüm'ün hanımefendiye geldiğini söylediği gizli bir mektup biraz midesini bulandırdı, sonra sütninenin bunu kıza bir sır olarak saklamasındaki hikmeti de şüpheli buldu. Bir an kendi kendine: «Acap bu işte bir domuzluk mu var ki?» diye düşündü. Belki daha zihnini zorlarsa, belki hakikati de keşfederdi. Fakat bu düşünce ancak bir kibritin yanıp sönmesi kadar bir zaman devam etti. Ondan sonra tabiî yine karanlık...

Evet, bu işte sütninenin bir şeytanlığı vardı. Fakat, üstüne farz olmayan herhangi bir şeyi düşünmek ve anlamak, onun hikmetince zararlı bir şey olduğundan, ne bu işin arkasını aradı, ne de kimseye bir şey sormak ihtiyatsızlığını yaptı.

İhtiyar adam, bu düşüncelerden sonra, Gülsüm'ün yüzüne dikkatli bakıp başını iki yana çevirdi:

— Ne diyelim, ölenle ölünmez, ölen kurtulur. Biz kendimize bakalım. Allah gani gani rahmet eylesin... Yarın, bizlere ahrette şefaati dokunur inşallah, dedi ve kendisine düşen insanlık vazifesini bitirmiş oldu.

***

Gülsüm'ün kaçmasına mani olmak için alınan tedbirler artık kalkmış, kız, kanatları kesilen tavuklar gibi serbest bırakılmıştı. Şimdi, artık sopa ile kovsan bir yere gidecek hali yoktu.

Gündüzleri eski halinden farkı; yalnız renginin uçukluğu, bir de eski savrukluğunun son derece artmış olmasıydı. İş görüyorum diye, otu ota, suyu suya katıyor; sigara iskemlelerini, oturakları deviriyor, bir yığın bardak, çanak kırıyordu. Bu kabahatler için onu dövüp sövmeye kalkacak olurlarsa, büyük hanım karşılarına dikiliyor: «Yoo... günahtır... Kaza bu... Mahsus yapmadı ya...» diye onu müdafaa ediyordu. Kendi hesabına Gülsüm'ün bugünlerde yaptığı sakarlıklara içinden memnun bile oluyordu. Ne olsa bu çocuğa bir fenalık etmiş sayılır. O da onun çanağını, çömleğini kırarsa bir dereceye kadar ödeşmiş olurlar; vicdanı rahatlardı.

Buna mukabil, Gülsüm'ün rengindeki uçukluğu bir türlü affedemiyor, kız onu üzmek için kasten yüzünü bozuyormuş gibi sinirleniyordu.

Ara sıra:

— Baksana sütnine. Ben, çocuğun çehresini beğenmiyorum. Biz galiba fena bir şey yaptık? diye tereddütlere düşüyordu.

Bu mesele de onu asıl, öldüren şey, yaptıkları işin iyi mi, fena mı olduğunu bir türlü kestirip atamamasıydı. Yoksa sütninenin telkinleri ikinci derecede kalırdı.

Onun herhangi bir fiil ve harekete iyi, yahut fena demesi için, o fiil ve hareketin insanlar arasında iyi, yahut fena diye şöhret olması lâzımdı.

Meselâ, ölmüş bir insan için sağ haberi vermekte hiçbir fenalık yoktu. Çünkü yeri geldikçe bunu herkes yapardı. Halbuki sağ bir insan, için «öldü» demek mecburiyetinde kalmış hiçbir kimseyi hatırlamıyordu. Şu halde yaptığının iyi mi, fena mı olduğunu nereden bilecek.

İhtiyar kadının bütün şaşkınlığı bundan ileri geliyor, misalsiz bir suç için ceza kanununda madde bulamayan bir hâkim gibi üzülüyordu.

Gülsüm, büyük hanımdaki tuhaflığı sezer gibi olmuştu. Bir gün Karamusallı sütnineye :

— Hanımefendi bana hoş hoş bakıyor. Acap ne oldu? diye sordu.

Sütnine, bir kere yutkunduktan sonra :

— İsmail'e onun da çok yüreği yanıyor da ondan, dedi.

Küçük kız, hemen inandı ve bunun için hanımefendiye derin derin acımaya başladı.

Bazen onu dalgın ve yorgun gördüğü vakit, içi eziliyor, bir bahane ile yanına yaklaşıyor, korka korka yüzüne bakıyordu.

Kaç defa dilinin ucuna geldi:

— Üzülme hanımefendi. Ne edelim, ölüm hak... O öldüyse Allah sana ömür versin, diyecek, onu teselli edecek gibi oldu. Fakat sütnineye verdiği sözü hatırlayarak vazgeçti.

Karamusallı sütnine de, Allah için, bu vefaya hak kazanmıştı. Bu kötü günlerinde Gülsüm'e bir ana gibi bakıyordu.

Belki on beş gün Gülsüm'e gece nöbetleri geldi. Ara sıra yatağında doğrulup abuk sabuk şeyler söylemesine nazaran, ateşi hayli çıkıyordu. Sütnine, bu hastalık zamanım ona kendi odasında geçirtti. Sayıklamaya başladığı zaman, çilli, yumuşak elleriyle onun başını okşuyor, alnına gül sirkesi sürüyordu. Gariplere yardım ecirli bir şeydir.

Kızılcık DallarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin