12

11 3 0
                                    

Gülsüm'ün şefaatçileri günden güne çoğalıyordu.

Kız, odaya girdiği zaman, konağın teklifsiz misafirleri hanımefendiye gizli bir baş ve göz işareti geçtikten sonra, ciddî tavırla: «Gülsüm'ü kardeşine göndereceksiniz, değil mi hanımefendi? Pek rica ederiz» diyorlar; o, çıkınca: «Kusura bakmayın hanımefendi... kapının yanında yine sıkıştırdı, elimizi eteğimizi öptü» diye gülüyorlardı,

Konak halkı, çocuğun bu zaafından adamakıllı istifadeye başlamıştı.

Dürdane Hanım: «Gülsüm, sen şu şamdanları adamakıllı bir ov bakalım... Eğer iyi parlatırsan senin işinin bir çaresine bakarız» diyor. Seniye Hanım, aynı vaatle mendilleri yıkatıyor, Nevnihal Kalfa, yorganları kaplatıyordu.

Gülsüm, vasıtaların en hakirine, ümitlerin en zayıfına bile bir kıymet verdiği için aşçıya zerzevat ayıklıyor, orta hizmetçisine yamaklık ediyordu. Kendisi için şefaat isteyenlerin sayısı ne kadar çok olursa, tesiri o kadar büyük olurdu.

Konak, Gülsüm'ü en iyi dürtüşleyip sürecek bu üvendire ile beraber, onu en ziyade ürkütecek tehdidi de keşfetmiş bulunuyordu. Onun işinden memnun olmayanlar, yahut herhangi bir sebepten ona kızanlar diyorlardı ki:

— Senin gibi musibeti hanımefendi ne diye masraf edip kardeşine göndersin?

— Hele ben, hanımefendiye iki çift lâkırdı söyleyeyim... Sen görürsün gününü...

Gülsüm'ün birdenbire yüzünün karmakarışık olması titreye titreye ellerini uzatarak :

— Aaa... aa... onu yapma işte. Ben ne yaptım sana? diye yalvarması, o kadar komik bir şeydi ki, bazen kızmadan, ondan istenecek bir şeyleri olmadan da, sırf gönül eğlendirmek için, bu tehdidi yapıyorlar, kızı yalvartıp ağlatıyorlardı.

Büyük hanım, gelip geçici bir nöbet sandığı bu arzunun yavaş yavaş bir hastalık halini aldığını görünce, telâşlanmaya başlamıştı. Ne kadar çaresiz bir şey istediğini bu yumurcağa anlatmaya imkân yoktu.

Gün geçtikçe Gülsüm'ün sersemliği, savrukluğu artıyordu. Kuduracak köpekler gibi, miskin miskin, sinsi sinsi dolaşıyor, bastığı yeri görmüyor, bazen ihtiyar bir kadın gibi yere çömelip dirseklerini dizkapaklarına, çenesini yumruklarına dayayarak koyu koyu düşünüyordu.

Hanımefendi, bu alâmetleri hiç beğenmiyor :

— Dikkat edin çocuklar... Ben, bu ahretlik ilminde artık yekta oldum, diyordu, bunların ciğerlerinin içini bilirim. Bu kız, fena bir şeyler kuruyor... Yakında kokusu çıkar... Beni «dediydi» dersiniz.

Hakikaten haftasına kalmadan Nadide Hanımın dedikleri bir bir çıkmaya başladı. Gülsüm'ün kaçmak fikrinde olduğuna dair sağdan, soldan haberler geliyordu. Aşçıya Edirne'ye kaç günde gidileceğini sormuş, mektepteki kalfalardan birine Edime yolunda acaba kurt var mı ki? demiş... Kalfadan torba dikmek için bir arşın Amerikan bezi istemiş.

Herhalde hazırlık yolunda idi; torbayı dikecek, şimdiye kadar çaldıkları yetmiyormuş gibi, velinimetinin evinden daha başka bir şeyler aşırıp içine dolduracak, sonra Edime yolunu tutacak... Yorganlı'nın peşinde koca koca dağlar aşmış bu yarık tabanlı serseri, Edime yolundan korkacak değil ya... Dağlarda kurda tesadüf etmesin, yolun emniyeti için bu kâfi...

Büyük hanım, derin derin içini çekiyor, yeşil gözlerinin masum hüsnü ile: «Kim öğretiyor bunların hepsine birden bu kaçmayı yarabbi?...» diye düşünüyordu. Besbelli kurtlar dişlendiği zaman parçalamayı, kuşlar kanatlandığı vakit ana yuvasından uçmayı nasıl kendiliklerinden öğreniyorlarsa, bunlar da öyle... Cins, cibilliyet iktizası... İşte Ayşe, işte Hüsniye, işte Zehra, işte Mahbube... Allah şahit, bunların hepsine evlât muamelesi etmiş; fakat, hepsi biraz tüyü düzelince, sözüm ona kız şekline girince, bu salgına tutulmuşlar, nihayet, gecenin birinde karanlıklara dalıp gitmişlerdi. Varsınlar gitsinler; sırma gibi kaç evlâdım toprağa veren Nadide Hanım, elbette onların arkasından göz yaşı dökecek değil.

Fakat, ne yapsın ki, vicdanı bırakmıyor... Ne de olsa evlât diye göğse basılmış emanetullahlar...

Haydi diyelim ki, Ayşe, Hüsniye ve ötekiler oldukça yaşlarını almış kızlardı. Ya bu serseriye ne oluyor ki, dokuzunu bile bitirdiği şüpheli...

Bu kaçma fikrini acaba ona kim verdi? Birkaç sene evvel Abdülhamit zamanında politikadan bahsetmek nasıl yasak idiyse, konakta da «kaçmak» tan bahsetmek öyle yasaktır. Hatta bunun için evlâtlıkların komşularla konuşmalarına bile izin yoktur. Fakat, gel gör ki, oluyor işte...

Bir gün, hanımefendi, memleketinden yeni gelen Karamusallı sütnine ile dertleşiyordu. Komşularından süvari kaymakamının karısı Ferhunda Hanım misafir geldi; oda kapısını dikkatle kapadıktan sonra :

— Hanım efendiciğim, vakitsiz vakitte sizi rahatsız ettim... Kusura bakmayın... Lâkin mühim havadisim var... Sizin Gülsüm kaçmaya hazırlanıyormuş. Benim ahretliğe söylemiş: «Ne olursa olsun, kardeşime gideceğim. Dünyada durmam...» demiş, dedi.

Büyük hanım komşuya karşı körünü öldürmedi, sahte bir kayıtsızlıkla:

— Bildiği yere gitsin... kızım... kapılar açık... Biz, kimseyi zorla tutmuyoruz... Bizi istemeyeni biz de istemiyoruz, diye cevap verdi.

Havadisi yetiştirdikten sonra, hemen kalkıp gitmek isteyen Ferhunda Hanımı zorla alıkoyarak havadan, sudan, mevsimin sakatlığından, çocukların günden güne artan yaramazlığından bahsetti.

Fakat, bu zoraki fütursuzluğa rağmen, bir kurt, içini derinden derine kemiriyordu. Gülsüm, hakikaten buna cesaret edecek miydi?

Ona ne şüphe... Bugün yapmasa, yarın muhakkak... Misaller meydanda... Ah, o kaçanların akıbetini, bu dakikada kendi hayal gözleriyle gördüğü şekilde o kafasız çocuğun şaşı gözlerine de gösterebilseydi. İşte sözüm ona, en bahtiyarları Zehra... (Köyüm) dedi, (köyüm) gitti. Nihayet, muradına erdi; bir hemşehrisine katılarak köyüne gitti; fakat, memnun oldu mu? Hayır... Bu defa da oradaki hayatı, oradaki insanları beğenmedi... Tekrar İstanbul'a döndü... Şimdi bir yatı mektebinde bulaşıkçılık ediyor... Hanımefendisine dört elle sarılsaydı, o, onu izzetiyle, itibariyle bir iyi kocaya verseydi ne olurdu?

İşte bir sütçü çırağı ile kaçan Ayşe... Öyle yarım pabuçlu serserilerden insana hayır mı gelir? Kız, altı ay içinde sütçü çırağından ayrıldı. Beş senede dört koca değiştirdi; nihayet, şimdi Kavaklarda balıkçılık eden kocasından sandal küreğiyle dayak yiyormuş...

İşte Hüsniye... Bir bohçacı karının iğfaline kapıldı, daha iyi bir kapıya gidiyorum diye, bir umumhaneye düştü, şimdi kim bilir ne halde?

Onun ne halde olduğunun bilinmemesine mukabil, Mahbube'yi tanımayan yok, o da küçücük yaşında fingirdedi. Paris mahallesinin en meşhur kokotlarından biri oldu.

Yine onun gibi fena yola düşen Zehra'yı İzmir'de tabanca ile öldürmüşler diye bir rivayet var. Ne güzel de bir yüzü vardı. Evin erkeklerinden başlayıp kudurmuş bütün mahalle delikanlılarına saldırmasaydı, bu genç yaşta mezarda çürüyecek yerde iyi, namuslu bir adama kan olamaz mıydı?

Karamusallı sütnine, hanımın misafirlerle konuşurken aklı başka yerlerde olduğunu gayet iyi anlamıştı. Ferhunda Hanım gittikten sonra, oturduğu minderden kalkarak yere, hanımefendinin dizleri önüne çömeldi. Bu vaziyet, öteden beri onun kurnaz bir akıl bulduğuna alâmetti.

— Bu işlere sen ne dersin sütnine?

Diye sorduğu zaman, o gülümseyerek :

— Sen hiç kasavet çekme hanım efendiciğim. İşi bana bırak, dedi.

Gülsüm, boyundan büyük işler tutmuş, kuş kadar aklı ile koca insanları oynatmaya kalkmıştı. Akıl akıldan üstündür. Onun bu düzenbazlığına başka bir düzenle karşı koymak artık vacip olmuştu.

Kızılcık DallarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin