7

12 4 0
                                    

Gülsüm, lalayı seviyordu. Tahir Ağada uzaktan uzağa Yorganlı'yı hatırlatan bir şey vardı. Mamafih, onun küçük kız üzerindeki asıl nüfuzu daha başka cihettendi. Gülsüm, ona ara sıra İsmail'den bahsediyordu. Konakta «İsmail» sözünü işittiği vakit kızmayan, bu usanılmış hikâyeyi tekrar tekrar dinlemekten şikâyet etmeyen bir o kalmıştı.

Her şeye rağmen lalanın yüreğinde de bu küçük kıza karşı bir şey kımıldanıyordu.

Hele konuşmalarında öyle aşikâr bir benzeyiş vardı ki...

Galiba biraz hemşerilikleri vardı: Gülsüm, sade köyünün ismini bildiği halde, hangi kazadan, hangi vilâyetten olduğunu anlatamadığı için yakınlık derecelerini tayin edemiyorlardı. Fakat kızın ara sıra memleketten bahsederken söylediği bazı şeyler Tahir Ağaya hiç yabancı gelmiyordu. Hele konuşmalarında öyle aşikâr bir benzeyiş vardı ki...

Lala, memleket lâkırdısını hiç ağzından düşürmezdi.

Konaktakilerle kavga ettiği vakit:

— Ben, gayrı memlekete gidiyorum... Siz gayrı başınızın çaresine bakın... diye söylenir, hatta yalandan hazırlanır, hizmetçiler ve çocuklarla helâllaşırdı. Hanımefendi ile arası iyi olduğu zaman ise, sırf nazlanmak, onu: «Aman lala... öyle şey olur mu? Sen bu evin direği gibisin... Ben böyle münasebetsizlik istemem... otur oturduğun yerde bakayım!» diye yalvartmak için aynı teraneyi tekrar ederdi.

Evet, bu sözler cilve ve nazdan, kuru sıkı tehditlerden ibaretti. Yoksa lalayı kovsalar bile (ki buna ara sıra olmuyor da denemezdi) şuradan şuraya gidemeyeceğini kendi de biliyordu.

Kırk sene evvel bıraktığı köyünde acaba kimsesi kalmış mıydı? Kaldı ise onlara kendini tanıtabilecek miydi? İstanbul'a geldiği zaman yeni evliydi. Burada yerleştikten sonra bir aralık karısını bırakmayı düşünmüştü. Fakat şimdi bunu yapıp yapmadığını, kadının boş kâğıdını gönderip göndermediğini hatırlamıyordu. Nihayet, bu yıllarda Anadolu'nun çok çok zaruretlik (!) çektiğini işitiyordu. Ya oraya gidince bir alay aç «Sen misin şovunu, sopunu göresi gelen... aç bakalım kesenin ağzını!» diye başına üşüşüp beş on parasını yiyiverirlerse hali ne olurdu?

Böyle olmakla beraber, bazen memleketi için hafif bir hüzün ve hasret duyduğu da oluyordu. Tahir Ağa, ara sıra hemşehrileriyle görüşse hayli teselli bulacaktı. Fakat o mübarekler de «Selâmün aleyküm, aleyküm selâm» demeden, «Aman hemşehri... sen bilirsin... bize beş on kuruş!..» diye el açıyorlar, lalayı bucak bucak kaçmaya mecbur ediyorlardı, ihtiyar adamın Gülsüm'ü sevmesi, on parasız bir memleket kokusu getirmesinden ileri geliyordu.

Kış gecelerinde onların âdeta gizli randevuları vardı. Konakta el, ayak çekilince Gülsüm, usulca lalanın odasına girerdi. Kız, bu zamanlarda —gündüz ki Gülsüm'ün büsbütün aksine— ağırbaşlı, sessiz, mazlum bir çocuk olurdu.

— Gel bakalım Gülsüm... Anlat bakalım, ne var, ne yok?

Lala, bu saatte tüylü pazen entarisini, eski arakıyesini giymiş, kuşağım bağlamış, bir kerevetin üstüne serili yatağına uzanmış bulunurdu.

— Amca, sana bir şey sormaya geldim. (Gülsüm nedense geceleri lalayı amca diye çağırırdı) Hava çok soğuk... Acaba Edirne de soğuk mu ki?

Lala, onun ne demek istediğini anlayarak cevap verirdi :

— Yok... Edirne, Kâbe tarafındadır... Buralar gibi soğuk değildir. Korkma, İsmail üşümez. Onun rahatı senden, benden iyidir. Geçen kışlar köyde daha mı rahattı sanki?

— Yok amca! Bizde odun bol... Akşam oldu mu ocağı...

— Hele sen bana bir çay getir de sonra konuşuruz.

Kızılcık DallarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin