«Ah çoban, çoban. Dağda, kırda ne gördün!»
«Bir kurulu çadır gördüm.»
«Bir kız yârinden ayrılmış;»
«Ah eder ağlar gördüm.»
Bu bir masal tekerlemesiydi ki, bütün bir bahar yeni çıkmış bir piyasa türküsü gibi, çocukların ağzından düşmemişti.
Hele Bülent, yeni söylemeye başlamış diliyle, onu öyle güzel tekrar ediyor, «Ah, eder, ağlar gördüm» derken, «Ah» ı öyle çekiyordu ki, annesi teyzeleri onu birbirlerinden kapmak için âdeta boğuşuyorlardı, «Ah, yesinler o dili!» diye haykırışarak yüzünü öpücüklere, tükürüklere gark ediyorlardı.
Bir şehzade, bir fakir kızma âşık olmuş. Padişah da bu rezaleti haber alınca kızı sürdürmüş.
Şehzade, kahrından atına binip kızı aramaya başlamış. Yolda çobanlara rast geldikçe:
«Ah, çoban, vah çoban, dağda, kırda ne gördün?» diye sorarmış. Onlar da ağız birliği etmiş gibi:
«Bir kurulu çadır gördüm,»
«Bir kız yârinden ayrılmış,»
«Ah eder, ağlar gördüm,» derlermiş.
Gülsüm tarafından lânse edilen masalın asıl ve esası buydu. Şehzadeye de, masala da tabu bir diyecek yok. Ancak, kız bunu o kadar diline dolamıştı ki, büyükhanımın pirelenmemesine imkân olamazdı.
Gülsüm'ün konağa ilk geldiği sıralarda tutturduğu «tın tın eden kabacığım» daha unutulmamıştı.
Kız, «tın tın eden kabacığım» masalında olduğu gibi, bunun da anlaşılan, kendine uyar bir tarafını bulmuştu.
Gülsüm, Bülent dizinde öteki çocuklar karşısında sallana sallana bu tekerlemeyi tekrar ederken, büyük hanım, hayretle ona bakıyor ve düşünüyordu :
— Dünyayı umursamayan bu sersem kız, yanında bir aşk ve alâka lâfı oldu mu, kulaklarını dikiyor, birisinin aşıklı, mâşuklu bir masal söylediğini işitti mi, karşısında apışıp gözlerini belertiyordu. Sonra da böyle masalları, bir harfini, bir tekerlemesini kaçırmadan gramofon gibi tekrar ediyordu. Fukara kızını seven şehzadeyi anlatırken başı iki tarafa gidiyor, ağız, şap şap ötüyor, şaşı gözleri süzülüyor, âdeta kendinden geçiyor. Kim bilir bir gün kendine de bir şehzadenin mi âşık olacağını umuyor, nedir? Kişi kendini iyi bilse ne iyi olur? Tabanındaki bir karış çamura, ot gibi olmuş bit yuvası saçlarına bakmaz da, işte böyle şeyler düşünür.
Bu dışarlık çocukları da ne çabuk kadınlıklarını anlıyorlar yarabbi!.. Bir aynı, bu sene doğup yılına varmadan yavrulayan koyunlar, keçiler gibi... Besbelli hayvanlara yakın olduklarından...
Hanımefendi, tecrübeleriyle biliyordu. Kendi çocukları evlenme yaşına eriştikleri halde, çocukluktan kurtulamamış, karılık, kocalık ne olduğuna akıl erdirememiş bulunuyorlardı.
Halbuki bu evlâtlıklar daha böyle parmak kadarken mart kedileri gibi kızıyorlar, erkek kokusuna saldırıyorlardı. Onların hepsi evin hanımlarını ellerinden gelse bir kaşık suda boğmaya hazır oldukları halde, erkeklerin ayaklarının dibinden ayrılmazlar. En ihtiyar ve düşkününden medet umarlardı.
Evlâtlıkların şerrinden genç aşçı, genç uşak kullanmak kabil değildi. Eve bir erkek misafir gelecek olsa, etrafında dört dönüyorlardı. Ne kadar da pis mideli oluyorlardı ya rabbim!..
O kokulu süprüntücülerden, hamallardan tut da ihtiyar satıcı Yahudilere kadar sokaktan bir erkek geçti mi, kendilerini pencereden atmaya kalkıyorlardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kızılcık Dalları
General FictionKızılcık Dalları'nda, bir evlatlığın başına gelen olayları, kendi diliyle eşleşen bir masal diliyle anlatışı göze çarpar. Mutlu bir aile yaşantısına özlem, büyük bir anlam zenginliğiyle dile getirilmiştir. Kızı erken yaşta ölen bir ninenin, yüreği y...