22

6 0 0
                                    

Büyük hanım, şişiniyor, etraftakiler yerin dibine geçiyorlar. Çocuğa bu nefreti o Gülsüm habisinin öğrettiğine şüphe var mı?

Bu «Haminne kaka... Haminne ö ö» sözü büyük hanımda mahcubiyet kadar da hüzün, hiddet ve kin uyandırıyor; karşısında aklı başında bir insan varmış gibi acı acı gülümseyerek:

— Peki çocuğum, ben kaka, ben ö ö... siz hepiniz cici... siz hepiniz iyi... Sade ben ö ö... Zaten kime yarandım ki, sana yaranayım? diyor.

Etrafındakiler hanımefendiye karşı bir suç işlemiş gibi, ezilip büzülüyorlar. Fakat, kimse ağzını açmaya cesaret edemiyor. Bu nazik dakikada patavatsız Gülsüm, ortaya atılıyor, çocuk üzerindeki nüfusundan istifade etmek isteyerek: «Ayıp, ayıp Bülent... Haminne de cici... Söyle bakayım... Haminne cici de bakayım!» diyor. Gülsüm tarafından himaye edilmek, büyük hanımın büsbütün haysiyetine dokunuyor, kadıncağız, haklı bir hiddetle :

— Sen sus dilenci... sen kim oluyorsun? diye evlâtlığı haşlıyor...

Hakikat şu ki, konakta Bülent'in Gülsüm'ü sevmesini kıskanan sade Nadide Hanım değildi.

Bu muhabbeti anne ile teyzeler de çekemiyorlar, çocuğun «Güssü... Güssü» diye âdeta hasta olduğunu gördükçe kızı boğacak gibi oluyorlardı.

Gülsüm'e gelince, o, bunların hiçbirinin farkında değildi. Bu yeni muhabbet, onun şaşı gözlerini perdelemiş, dünyayı görmez bir hale getirmişti.

Kız, Bülent'in hiçbir kahrından şikâyet etmiyordu. Çocuk, bir gün mangaldan kaşık dolusu kıvılcımlı kül alarak kızın gözlerine serpmiş, bir gün de kahve değirmeninin kolunu olanca kuvvetiyle suratına çarparak üst dudağını yarmış, bir dişini kırmıştı. Kız bunları âdeta çocuğun iltifatları, zarif şakaları gibi sevinç ve iftiharla anlatıyordu.

Bir gün, odada dominolarla oynuyorlardı. Kapı çalındı. Gülsüm, çocuğu yalnız bırakarak aşağı koştu. Bir dakika sonra soluk soluğa döndüğü zaman ne görsün?.. Çocuk yok. Birdenbire şaşırdı. «Bülent... Bülent» diye bağırarak sofaya koştu. Onun telâşı büyük hanımı ürküttü ve konakta bir kıyamettir koptu.

Hanımefendi:

— Gülsüm, evlâdımı bul; boğarım seni, diye bağırıyor, tehlikesiz yerleri aramayı akıl etmeyerek dam merdivenlerine, konağın izbe bodrumlarından kapalı sarnıçlara saldırıyordu.

Bir aralık aklına bir tehlike daha geldi. Bir eliyle Gülsüm'ün saçlarını yakalayıp bir eliyle kendi gözlerini kapayarak:

— Ben tahammül edemem... Pencereden kaldırımlara bakın. Sırma saçlı evlâdım al kanlar içinde sokaklarda mı yatıyor? diye haykırdı.

Allahtan olacak, o dakikada büyük hanımın havalandırmak için sandıktan çıkarılmış samur kürkü odanın bir köşesinde kıpırdadı, altından Bülent'in başı çıktı. Çocuk, keyfinden bayılıyor, ağzındaki tek tük dişlerin arasından sular akıyordu.

Teyzeler, çocuğa koşarak kürkle beraber kucaklarına kaptılar.

Dürdane Hanım, çocuk bulunduğu halde, annesinin Gülsüm'ü hâlâ dövmekte devam ettiğini görerek:

— Ayol anne... Çıldırdın mı? Baksana kızın kabahati olmadığı meydana çıktı, diye bağırdı.

Odada bir kahkaha koptu. Hanımefendi, kendi şaşkınlığına kendi de gülüyor.

— Sahi öyle... Asıl dövülecek bu afacan ya... Şaşırdım, diyordu.

Sevinç ve saadetin verdiği kalp yumuşaklığıyla Gülsüm'e, helalliğe bedel, bir mercan terlik vaat etti.

Bu dakikada dayak gibi, mercan terlik de Gülsüm'ün umurunda değildi. Çocuk bulundu ya. O, yeter...

Hanımlar, Bülent'i kucaktan kucağa gezdirip önerken, büyük hanımda yeni bir korku uyanıyor:

— Aferin size... Yumurcağı teşvik edin de, her zaman saklansın... Aklımızı başımızdan alsın, diye söyleniyordu.

Mamafih, çocuğun bu şakası bir zekâ alâmeti olduğu için, biraz sonra büyük anne de öpmekten kendini alamadı.

Kızılcık DallarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin