Lalanın odasında kilitli bir yük, yükün içinde teneke kaplı bir yeşil sandık vardı.
Konak halkı onu Tahir Ağanın vaktiyle hacca gitmiş bir hemşehrisinin emaneti diye bilirlerdi. Aradan sekiz, on sene geçtiği halde bu hemşehri, Hicaz'dan dönmüyor, fakat nedense onun o mübarek topraklarda ölmüş olması ihtimalini kimse aklından geçirmiyordu.
Tahir Ağa, oda kapısını kilitledikten sonra evvelâ yükün, sonra sandığın kilidini açar, paketteki paraları bir tahta kalem kutusuna, yemişleri kese kâğıtlarına, öteki eşyanın işe yararlarım da manifatura gözüne dağıtırdı.
Yırtık çorap, kırık oyuncak gibi döküntü eşyaya gelince, onlar da süprüntü tenekesine gitmek üzere bir sepete boşaltılırdı.
Hacının sandığında neler yoktu: Kutu kutu sigaralar, kibritler, mum paketlen, sabunlar, defterler, makaralar, çeşit çeşit iğneler, kalemler, mürekkep şişeleri, büyük kese kâğıtlarının içinde şekerler, çiy ve dövülmüş kahve, zeytinler, kutu sardalyeleri, hatta lâmba şişeleri... En üstte de bir küçük terazi ile kasa vazifesi gören bir teneke kutu...
Yer dar olduğu için bu eşya, gayet muntazam bir surette istif edilmişti.
Hacının sandığı hakikatte Tahir Ağanın gizli bakkal ve manifatura dükkânından başka bir şey değildi. Lala, sekiz on seneden beri konakta gizli, fakat gayet namuskârane bir ticaret yapıyordu.
İkide birde Tahir Ağayı merdiven kapısına çağırıp : «Kuzum lala... hanımefendi iki kuruşluk üzerlikle, beş kuruşluk salep istiyor», yahut: «zahmet olacak amma, aktardan zımpara kâğıdı ile çocuklara çıkartma alıver» dediler mi, Tahir Ağa evvelâ odasına uğrar, istenilen çeşidi sandığından alıp kâğıda sararak cebine yerleştirir, sonra sokağa çıkar, köşe başım döner, kasabın önündeki İskemlede biraz oturur, nihayet konağa dönerdi.
Bu ticaret, şöyle başlamıştı: Konaktaki anarşi malûm... Kimsenin kimseden haberi yok... Büyük hanım, lalayı bakkaldan şeker almaya gönderir... Adamcağız, şekeri getirdi mi: «Aman Tahir Ağa... mum bitmiş... haydi bana iki tanecik de mum getiriver» der; ihtiyar adam, mumlarla bakkaldan dönerken kapıda damatlardan birine tesadüf eder: «Lala, ben yine sigara almayı unutmuşum... Tütüncüye kadar zahmet ediver.»
On dakika sonra hanımlardan biri aktardan ibrişim, yahut çocuk için eczanenden emzik memesi ister.
Lala, burnundan soluyarak içeri girerken çocukların yukarı sofada «kişniş şekeri isteriz» diye bağırdıkları; büyükannelerinin «yumurcaklar biraz sabredin... Lala, neredeyse gelir... aldırırım» dediğini işitirdi.
Adamcağız, bazen bu eziyete dayanamaz: «Ben gâvur evlâdı mıyım? Benim canımı siz mi verdiniz? Allahtan korkmaz mısınız? Bu kaç kere çarşı böyle. Aklınız nerede?.. Ne aldıracaksanız hep birden söylesenize... Ayaklarıma kara su indi!» diye avaz avaz bağırırdı.
O, böyle bağırırken küçük hanımlardan biri iner, ihtiyar adamın sakalını okşayarak teskin ederdi:
— Sen üzülme lalacığım... hakkın var... Sana çok eziyet ediyorlar... Bak, ben seni öyle ikide birde nafile vere yoruyor muyum? Amma kırk yılda bir pek ehemmiyetli bir işim düşerse o başka... Meselâ, yumurcaklar yine firketelerimi çalmışlar... Benim hatırım için bakkala kadar zahmet edersen... Yok, yok, böyle surat asacaksan istemem... Bir de zincir markalı beyaz makine makarası alıver e mi?..
Lala, odasındaki gizli dükkânı kâr düşüncesiyle değil, sırf bu nihayetsiz gidiş gelişlerden kurtulmak için açmıştı.
İlk zamanlarda sermayesi pek mahduttu: Kibrit, sigara, kahve şekeri, toplu ve dikiş iğnesi, mektup zarfı ve kâğıt gibi konakta en çok aranan bazı şeyler... Bunları aldığı fiyatta satıyor ve bütün kârı boş yere çarşıya taban tepmemiş olmaktan ibaret kalıyordu. Fakat bu iş biraz sonra kendiliğinden gayet meşru ve mütevazı bir temettü bırakmaya başladı. Meselâ, kibrit, kurşunkalemi düzüne ile; zarf, kâğıt, mum deste ile; şeker, kahve, sabun okka ile alındığı vakit daha ucuza mal oluyor, bunlar bakkal ve aktardaki perakende piyasası üzerinden satılınca tabiatıyla lalaya az çok bir kâr bırakıyordu. Fiyatlar çarşı fiyatını geçmedikçe bu ticaretin vicdana, namusa dokunur bir yeri olamayacağı aşikârdı. Bahusus ki, lala, kendi kesesinden bir ufak sermaye de koyuyordu. Nihayet, lalanın tedahülde kalan bir kısım aylıklarının yekûnu seneden seneye artmakta idi. Gerçi bu kibar ailede onun parası kalacak değildi amma, işlerin de hayli bozuk gitmekte olduğu lalaya herkesten ziyade malûm... Böyle bir tehlikeye karşı ufak ufak bir sigorta lâzım değil miydi?
Mamafih, kâr tatlıdır. Lala, gün geçtikçe yeni yeni kazanç membaları keşfetmeye başlıyordu.
Meselâ bir yerde gayet ucuz erik pestili, yahut kâğıt yelpaze bulursa alır; sonra el altından çocukları kışkırtarak konakta yaz ortasında bir pestil, yahut karakışta bir kâğıt yelpaze modası lânse ederdi. Bir defa yalnız çocuklar değil, hizmetçiler ve büyükler arasında bir loğusa şerbeti salgını hüküm sürmeye başlamıştı. Bütün cezvelerde, ibriklerde karanfil kokulu kırmızı şerbetler kaynıyor, çocukların elbiseleri, elleri vıcık vıcık tatlılara batıyordu. Büyük hanım, bütün ferasetine rağmen, bu modayı kimin çıkardığını keşfedememişti.
Lala, gizli dükkanındaki malı bakkal piyasasından bir para fazlasına satmamayı bir namus meselesi addetmekle beraber bu eşyayı gayet ucuza, hatta bazen bedavaya mal etmenin kolayını da bulmuştu.
Konaktaki anarşinin bir neticesi de ziyankârlıktı: Çocuklar bugün alman bir yepyeni oyuncağı yarın ya kırarlar, ya bulunmayacak bir köşeye atarlar ve yenisini isterlerdi. Her sabah, bir yığın yanmamış kibrit, firketeler, iğneler, kurşunkalemler, hatta dikiş yüksükleri süpürgelerin önünde süprüntü tenekelerine gider, açık pencerelerden mektup kâğıtları uçar, hanımlar bahçede birbirlerine fındık, Arabistan fıstığı atarak şakalaşırlardı. Büyük hanımın her gün söyleye söyleye dilinde tüy bitmesine rağmen, hizmetçiler, sabun kalıplarım muslukta bırakıyor, sıçana çektiriyorlardı.
Allah gibi lala da bu ziyankârlıklara bir türlü razı olamadığından, her gün bu atılmış eşyayı söylene söylene, içi sızlaya sızlaya toplar, oyuncakları temizleyip tamir eder, kibritleri yeni kutulara koyar, atılmış kâğıtları, zarfları eliyle ütüleyip düzeltir ve bunları yüzde yüz kârla satardı.
Lala Tahir Ağanın sıçanlardan daha açıkgöz davranarak topladığı sabunların yeni ticaret eşyası haline getirilmesi bir mesele idi. Mamafih lala, bunun da kolayını bulmuştu. Onları kuruttuktan sonra bir ustura ile tıraş ederek mümkün olduğu kadar kübik şekillere sokar, sonra, yeni sabun kalıplarının arasına karıştırırdı. Birisi dikkat edip de: «Ayol lala, bu nasıl sabun?» diyecek olursa: «Canım, çuval dibinde kınklanmış işte, çuvalı da besbelli çamurlu bir yere koymuşlar, ıslanmış işte!» derdi.
Tahir Ağanın atılmış oyuncakları tamir etmek, boyamak, yaldızlamak, yepyeni şekillere sokmak hususundaki mahareti bir Eyüp oyuncakçısına parmak ısırtacak dereceyi bulmuştu. Gerçi lastik topların tıkanmış delikleri, teneke arabaların tamir edilmiş zemberekleri yeniler kadar dayanmıyor, düdükler eskisi kadar ötmüyordu amma, zaten öyle de olsa yumurcaklar yine kıracak değiller mi?..
Lala ile Gülsüm arasındaki gizli dostluğun ilerlemesi bu gizli ticarete de hayliden hayli yardım ediyordu. Tahir Ağa, ne de olsa erkekti, konağın her yerine istediği gibi girip çıkamıyordu. Atılan eşyayı toplamak için elinin erişemediği yerlerde küçük evlâtlıktan istifadeye başladı:
— Kız, yerlerde sigara, kibrit, iğne bulursan cebine at, bana getir... İğneleri bir kâğıda sapla ki, bir yerine batmasın. Sakın dolaplara, kutulara el sürme, günah olur... Ne ki ortada bulursan onu al...
Gülsüm, kimseye göstermeden ortadan öteberi aşırmak talimlerine evvelâ böyle lala hesabına başladı, mamafih zaman zaman bir kurdele parçasını, bir küçük dikiş makasını, İsmail'e pek yakışacağını tahmin ettiği bir yün kuşağı kendine ayırdığı da oluyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kızılcık Dalları
General FictionKızılcık Dalları'nda, bir evlatlığın başına gelen olayları, kendi diliyle eşleşen bir masal diliyle anlatışı göze çarpar. Mutlu bir aile yaşantısına özlem, büyük bir anlam zenginliğiyle dile getirilmiştir. Kızı erken yaşta ölen bir ninenin, yüreği y...