Gülsüm'ün Bülent'e olan muhabbeti günden güne artıyordu.
Kıza garip bir neşe ve sevimlilik gelmişti. Bakışları derinleşiyor, sesi ve gülüşü tatlılaşıyor, tavırlarına bir kibar çocuğun nazlılığı geliyordu. Saçlarının taranışında, elbiselerinin giyilişinde âdeta bir koketlik belirmişti. Gülsüm, şimdi sade Bülent'in naz ve cefasını değil, onun yüzünden uğradığı belâlara da zevkle katlanıyordu.
Evet, hanımefendi, artık bacaklarını uzatıp ferah ferah uyuyabilirdi. Onun bütün merakları şimdi Gülsüm'e geçmişti. Bülent uyurken etrafında dolaşan bir sineği sessiz bir üzüntü ile kovalıyor, çocuk, başını yorganına biraz gömse boğulacak diye korkuyor, fazla sakin uyursa üzerine eğilerek dinliyordu. Sonra ikide birde eliyle göğsünü, ensesini muayene ediyor, vücudunu biraz nemlenmiş görse gömleğinin içindeki tülbendi değiştiriyordu.
Gök gürlediği, şimşek çaktığı zaman «Bülent korkacak» diye üzerine kapanır; çocuk, uyurken gürültü ile odaya girenlere, yahut dışarda şarkı söyleyenlere âdeta çıkışırdı. Artık onun için yeryüzünde Bülent'ten daha ehemmiyetli insan yoktu.
Mütemadiyen onun lâkırdısını eder; meselâ birinin paşa olduğunu söyleseler, Bülent'i asker yapmaya kalkar, sonra askerlerin bazen şehit olduklarım hatırlayarak fikrinden cayardı. Bu mühim vaka olacağı, yahut bir yere gidileceği zaman, her şeyden evvel Bülent'in ne yapacağını merak eder, bir havadis işittiği vakit çocuğa anlatmaya kalkar, etrafındakileri budalalığına güldürürdü. Artık kendi arzusuyla tiyatrodan, şenlikten, bayramdan vazgeçiyor. «Ne yapalım, bari oturalım. Bülent büyüyünce, gideriz» diye evde kalmaya razı oluyordu.
Gülsüm'ün kaçmasından korktukları zamanlar ne kadar değişmişti. Şimdi, sopa ile kovsan şuradan şuraya gidecek hali yoktu. Hasılı, Gülsüm, büyük hanımın istediğinden daha mükemmel bir dadı olmuştu.
Hatta, bazen ortada fol yok, yumurta yokken: «Hanımefendi, ya bu gece sütçü gelmezse ne yaparız?» Yahut: «Güneş tutulacak, minarelerde sahan kapakları çalınacak diyorlar. Bülent'i arka odaya götürsek mi acaba?» diye lüzumsuz meraklarla büyük hanımı kızdırırdı.
Muhabbetin fazlalığı Gülsüm'e bazen acı sözler de işittiriyordu:
— Kız, sana bin defa söylüyorum, şu çocuğu şap şup öpme diye.
— Kız, sen ne lâf anlamaz mahlûksun?.. O bit yuvası kel kafanı çocuğun başına neye dayıyorsun?
— Eyvah, çocuğun yine ateşi var gibi... Kim bilir ne müzahrefatlar yedirdin yine?..
— Haydi, haydi, senin aklın ermez... Onun midesi senin miden değil.
Bundan başka, hanımefendi, çocuğun Gülsüm'den terbiyesizlikler öğrenmesinden de korkuyordu:
— Kız, bu pis lâkırdıyı çocuğa mutlaka sen öğretmişsindir.
— Kız, o nasıl çocuk eğlendiriş öyle... Dilenci oyunundan başka oyun bulamadın mı? Çocuğu kendin gibi dilenci mi edeceksin?
— Kız, çocuğa bekçi gibi: «Yangın var!» diye bağırmayı sen mi öğrettin? Ayağının uğursuzluğu yetmemiş gibi, bir de evde yangın mı çıkartacaksın?
— Yavrucak, dün gece sabaha kadar hop hop sıçradı. Kim bilir korkuttun mu, ne halt ettin?
— Demin pat diye bir gürültü oldu... Sonra, çocuk bağırdı. Mutlaka düşürmüşsündür... Eğer çocuğun bir yerine bir şey olursa kendini yok bil!..
— Yapma yavrum... yapma cicim. Seni hamal şakaları yapmaya o ayı mı alıştırıyor?
Sözün ehemmiyeti yoktu. Konakta Gülsüm'le konuşmanın tabiî şekli zaten bu idi. Fakat, günün birinde kızıp da çocuğu elinden alırlarsa ne iş görürdü?
Gülsüm'ün gülünç idraksizliklerinden biri de Bülent'e karşı âdeta bir abla vaziyeti takınması idi. Zaman zaman çocuğa kendi parasıyla düdükler, kaynana zırıltıları, fırıldaklar almaya kalkıyordu. Hatta bir kere de ona pembe basmadan bir entarilik almıştı.
Hanımefendi:
— Haydi, haydi... Sen onu kendin giy... Bak arkandaki entariye yine muşambaya döndü. O, senin basmana muhtaç değil! diye kızdı.
Fakat kız, kene gibi yapışıyor:
— Kuzum hanım efendiciğim... ayaklarınızı öpeyim... özendim işte, diyordu.
Basma parasının nereden tedarik edildiği de bir muamma idi. Gülsüm'ün elinde toplu bir para gördükçe pirelenen büyük hanım, onu ustalıkla istintak etti. Fakat kız, her zamanki gibi gündeliklerini, ara sıra verilen harçlıkları biriktirdiğini yeminle devam ediyordu.
— Dest - tavîl-i maharetinin meçhul-ül-menba ganaiminden olacak...
Gülsüm, küçük hanımların az buçuk sezmeye muvaffak oldukları bu Arapça kelimeleri tabiî hiç anlamıyor, fakat gülüşmelerden kuşkulanarak kendini müdafaa ediyordu.
— Allah çarpsın biriktirdim... Küçük hanım, hani siz, yemeni al diye on beş kuruş verdiniz ya... İşte onu da koydum... Beyefendi de bir defa beş kuruş verdi...
Nihayet, yüzünün kızardığını, şaşı gözlerinde yaşlar dolaştığını görerek acıdılar:
— Pekâlâ... amma, sakın bir daha Bülent'e bir şey alayım deme... Evin büyükleri varken böyle şey yapmak ayıptır, dediler.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kızılcık Dalları
General FictionKızılcık Dalları'nda, bir evlatlığın başına gelen olayları, kendi diliyle eşleşen bir masal diliyle anlatışı göze çarpar. Mutlu bir aile yaşantısına özlem, büyük bir anlam zenginliğiyle dile getirilmiştir. Kızı erken yaşta ölen bir ninenin, yüreği y...