Lala Tahir Ağa, otuz sene evvel Saraçhanebaşı'nda bir helvacı dükkânında çalışırdı. O vakit ki vazifesi sabahtan akşama kadar başında tablasıyla sokak sokak dolaşmak, kışın tahin helvası, yazın taze mısır satmaktı.
Fakat başıyla çalışan ekseri insanlar gibi o da genç yaşında bir arızaya uğramış, boğazında ceviz büyüklüğünde bir ur peyda olmuştu.
Hemşerileri:
— Besbelli kafandaki tablanın ağırlığı boğazına vuruyor, sen bir ayak hizmeti bulsan iyi edersin; diyorlardı.
Tahir Ağa, bu nasihati tutmuş, üç mecidiye aylıkla o vakit genç bir erkânıharp binbaşısı olan Şekip Paşa'nın Kıztaşı'ndaki konağına kapılanmıştı.
Ufak tefek ayak işlerine de bakmakla beraber konakta esas vazifesi çocuk lalalığı idi.
Tahir Ağa, bugüne kadar üç nesil yetiştirmişti. Fakat ihtiyarlığına tesadüf eden bu son nesil kan kırmızı çıkmış, ötekilere rahmet okutmuştu.
Lala, bir illet koleksiyonu idi. Meslek değiştirmesine rağmen boğazındaki ur geçmemiş, evvelâ ceviz kadarken büyüye büyüye bir yumurta, nihayet şişirilmiş bir hindi kursağı cesametinde bir guatr haline gelmişti.
Lala, toparlak sakallı, rastık çekmiş gibi simsiyah kalın kaşları, gaga biçimindeki burnu ile oldukça gösterişli bir adamdı. Hâlâ, paşanın eski redingotlarını giymesi ve boğazındaki arıza sebebiyle başını daima havaya kaldırarak konuşması, yürümesi, ona ricalden bir adam hali verir ve mahallede bazı kimseler bunun için ona «Lala Efendi» derlerdi.
Tahir Ağanın ikinci illeti tıknefesti. Kendisi, bu hastalığı ikide bir sokağa kaçan çocukları kovalamak yüzünden kazandığını iddia eder; şimdi yaşlı başlı insanlar olan küçük hanımlar, bazı pek canını sıkarlarsa yüzlerine karşı «Meretler... beni siz dertli ettiniz!» diye bağırırdı.
Üçüncü, dördüncü hastalıklara gelince: Onlar, yine çocukların yadigârı sayılırdı: Karda, kışta bahçelerde, taşlıklarda durmaktan böbrekleri ve mesanesi bozulmuştu. Üşüdüğü, çok su içtiği, fazla kederlendiği veya sevindiği zaman idrarını tutamazdı. Nihayet, bir romatizması vardı. Her kış, bir defa yatar, sağ dizkapağı kendi tabiri üzere «köpek kafası kadar» şişer; sabaha kadar «yandım anam!» çağırırdı.
Mamafih Tahir Ağa, kıştan ziyade yazlardan şikâyet eder, baharda yemiş ağaçları çiçek açarken adamcağızı korkudan sıtmalar tutardı.
Bunun sebebine gelince: Pek fena havalarda çocukları masalla, yalan dolanla bir dereceye kadar avutmak mümkündü. Fakat yazları hava tebdiline gidildiği, yumurcaklardan her biri ayaklı canavar kesildiği zaman lala, onları nasıl zapt edecek? Çocukların türlü yaramazlıklarından başka akla gelmez hainlikleri de vardı.
Bugün, kızarıp kızarmadıklarını anlamak için bir tarla karpuzu çivi ile delerler; yarın, kayık yüzdürmek için bir teneke gazı çamaşır teknesine dökerler; öbür gün: «Bakalım onlar da ördekler gibi yüzecekler mi?» diye bir alay tavuğu denize atıp boğarlardı.
Azar ve dayak yasaktı. Buna mukabil yaramazlıkların, kazaların, zarar ziyanların bütün mesuliyeti lalaya yükletiliyordu. Tahir Ağa, ihtiyar halinde deli güllâbiciliği ettiğine, tıknefes göğsü, hasta ayaklarıyla yumurcakların peşinde telef olduğuna o kadar yanmıyordu. Ancak çocukların başına gökten taş düşse büyük hanım ondan biliyordu. Piçler, birbirlerini suya atarlar: Kabahat Tahir Ağada... Cam kırarlar: «Lala gözün kör müydü?» Bahçenin bir köşesinde kuru otları tutuştururlar: «Bunak yine nerede uyuyordun bakayım?..» Haydi diyelim ki bu işlerde kendisinin az çok bir taksiratı olsun. Ya çocuklar ishal oldukları, yahut gece ateşlenip sayıkladıkları vakit bile hanımefendi lalanın üstüne yürüyordu ya! Nadide Hanım, böyle bir şey olduğu vakit «Bunak! Çabuk söyle çocuklarıma ne yedirdin bakayım... çabuk söyle!..» diye adamcağızı kabir sorgusuna çekiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kızılcık Dalları
Aktuelle LiteraturKızılcık Dalları'nda, bir evlatlığın başına gelen olayları, kendi diliyle eşleşen bir masal diliyle anlatışı göze çarpar. Mutlu bir aile yaşantısına özlem, büyük bir anlam zenginliğiyle dile getirilmiştir. Kızı erken yaşta ölen bir ninenin, yüreği y...