18

7 0 0
                                    

Mevlût oyunu birkaç hafta devam ettikten sonra, birdenbire hava değişti. Çocuklar, bu defa tiyatroya merak sardırmışlardı.

Cuma geceleri bir alay halinde Direklerarası'nda Kel Hasan'ın tiyatrosuna gidiyor, sonra orada ne görüldü ise, bir hafta konakta tekrar ediliyordu.

Yukarı kattaki harem sofası tiyatro salonu haline gelmişti. Her sabah konakta ne kadar yatak çarşafı, eski pencere perdesi, keçe, kilim varsa toplanıyor, perdeler kuruluyor, komşudan seyirci çocuklar, aşağıdan büyükler davet ediliyor, düdükler, dümbelekler, zilli maşalarla tiyatro oynanıyordu.

Bu gürültülü olmakla beraber, nispeten kazasız bir eğlence olduğu için, hanımefendi, kumpanyayı dağıtmaya teşebbüs etmiyordu.

Lala, gizli ticarethanesindeki sofuluk eşyaları şubesini kapamış, taş basması ilahî ve mevlût kitaplarını, hacı misklerini, cam teşbihleri ortadan kaldırmıştı. Şimdi, ikide birde Mahmutpaşa'ya inerek tiyatro levazımı düzüyor, minimini çıngıraklar, teneke kılıçlar, tahta tüfekler, şakşaklar, karnaval yüzükleri alıyordu. Mamafih, bu tiyatronun asıl yük ve mesuliyeti şimdilik Gülsüm'ün üstünde idi. Dekor eşyasını aşağıdan o tedarik edip getiriyor, perdeleri o kuruyor, rejisör, dekorcu, aksesuar memuru işlerini hep o görüyordu. Bu, kolay bir iş değildi.

Konakta, kimse kendi eşyasını vermeye razı olmadığı için, yatak çarşaflarını, masa örtülerini, iskemleleri, çanak çömleği sahiplerine göstermeden aşırmak lâzımdı. Sonra, bu eşyaya bir zarar gelecek olursa Gülsüm'ün yakasına yapışılıyordu.

Büyük hanımda yangın korkusu bir delilik halinde olduğu için, ikide birde ansızın sahneyi basar:

— Gülsüm, kimseye kibrit filân yaktırayım deme... Bu uçurtma kâğıtları, bu perdeler bir kere tutuşursa hepimiz cayır cayır yanarız... Bak, o zaman dünyada kendini yok bil, diye söylenirdi. Gülsüm, bazen tehditlere, azarlara kızarak bu işten vazgeçmek isterdi. Fakat, çocuklar ağlaşa bağıra onu şikâyete giderler ve rejisörlükte devam etmesi için, aşağıdan şiddetli emirler çıkardı. Mamafih, o kumpanyanın sade idare memuru değil, aynı zamanda da baş aktörü idi. Bazen mürekkeple, kahve telvesiyle yüzüne bıyıklar, kaşlarının üstüne kaşlar çekilir, bazen saçları kabartılır, çamaşır yıkayacak gibi, kolları sıvanarak dekolte bir kanto kızı şekline sokulurdu.

Bir cuma günü, harem sofasında fevkalâde bir gala müsameresi tertip edilmişti. Oyuna konak halkından başka, mahalleden de birçok kimseler davetliydi.

Kumpanya, yalnız hanımefendinin gelmesine muhalifti, ki bunda da tamamıyla haklıydı. Çünkü Nadide Hanım, oyun esnasında, ikide birde sahneye girmeye, oyunculara karışmaya kalkar, işin ciddiyetini bozardı.

Meselâ, sahnede kendi bardağını görecek olsa:

— Gülsüm... Ona da mı yetiştin? Eğer o bardak kırılırsa sen de kafam kırılmış bil... Ve «Bakayım ona!» diye sahneye yürüyüverirdi.

Aktörler, bir cinayet oyunu oynamaya kalksalar:

— Çocuklar, şaka derken sahiden biriniz bir yerinizi yaralayacaksınız... Hem nedir öyle adam öldürmeye heves ediyorsunuz? Öyle yapacağınıza güzel güzel türkü söyleyin.

Diye mesele çıkarırdı.

Fakat, çocukların hanım ninelerini istememelerindeki asıl sebep bu değildi. Gülsüm, Nadide Hanımın karşısında oyuna çıkmaya utanıyordu.

Aksi gibi, büyükanne de, nedense bu gala müsameresinde behemehal bulunmak istemiş, Karamusallı sütnine ile beraber en arka sıraya oturmuştu.

O gün, orkestra hayli zengindi. Konağın karşısındaki belediye ebesinin güzel ut çalan bir gelinlik kızı vardı. Çocuklar, «Zehra Abla» dedikleri bu kıza yalvarıp yakarmışlar, onu, o günkü oyunda ut çalmaya razı etmişlerdi.

Kızılcık DallarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin