Nadide Hanımın paşası, çok eli açık bir adamdı. Konağa toptan erzak geleceği zaman kilerde ne kalmışsa mahalledeki fukaraya dağıttırır, aylık alacağı gün kesesinde ezkaza üç beş mecidiye artmışsa evdeki hizmetçilere, halayıklara taksim etmeden sokağa çıkmazdı.
Öyle ki kalp sektesinden birdenbire vefatı, bir mart ayının ikinci gününe tesadüf etmeyip de meselâ üç gün evvel ölmüş olsaydı, cenazesi sokakta kalacaktı. Nadide Hanım, çok nazik bir zamanda iş başına gelmişti. Saraçhanebaşı'ndaki konak bir imarethaneye benziyordu. Bir sürü halayık ve hizmetçiden başka takım takım fakir akrabalar, paşayı yiyim yeri etmiş hacıdan, hocadan bir alay tufeyli...
Nadide Hanımın konakta candan bir kimsesi yoktu. Büyük oğlu Hikmet, sarhoş ve çapkındı. Kardeşi Vasfi, kocasından besbeterdi. Babasından kalan büyükçe servetin, iki sene içinde, altından girip üstünden çıkmıştı.
Bereket versin, Kuruçeşme'de oturan bir inmeli ihtiyar dayıya... Bu seksenlik ihtiyar, işini bilir bir adamdı. Açık ve tok sözlü olduğu için (nobran, aksi, hasis) diye adı çıkmıştı. Şekip Paşa sekiz on sene evvel bir gün pencereden bahçedeki halayıklara para serpip kapıştırırken, ihtiyar dayı: «Sen bu gidişle kuru hasır üzerinde can vereceksin!» diye bağırmış ve bir daha evlerine ayak atmamıştı.
Dayı, ölüm haberini alınca kinini unutarak konağa geldi. Yeğenine: «Başın sağ olsun!» bile demeye lüzum görmeden:
— Nasıl, dediğim çıkmadı mı? Kalk bakalım... Öyle şaşkın şaşkın yatmak olmaz... Aklını başına al... Sen, artık ailenin reisi oldun... Allah bu çoluk çocuğu senden sorar... Eğer gözünü açmaz, bu kör dövüşüne bir nihayet vermezsen muhakkak okkanın altına gidersin... Elinde birkaç parça malın var... Onlar da giderse çocuklarınla Yenicami avlusunda dilenirsin... Bu sırtınızdan geçinen serseri alayı o vakit çanağınıza on para atmaz... Yarından tezi yok bu kalabalığı başından defetmelisin... Adamakıllı iki hizmetçi sana yeter... Sonra öyle borç morç da istemem...
Nadide Hanım, zengin bir paşanın kızı idi. Gelin olduğu zaman cariyeler, halayıklar arasında bir konaktan çıkıp bir konağa gitmiş, elini sıcak sudan soğuk suya sokmamıştı. Vaktiyle eve gidip gelen hocalardan dünya ve ahrete ait birçok şeyler öğrenmişti. Fakat idare ve hayat bilgisi namına görüp göreceği yegâne dersinmeli dayının bu tokmak gibi sözlerinden ibaret kalmıştı.
Hanımefendi, bu sözlere kulak asmayabilirdi. Hatta paşanın sevmediği bir insanın ağzından çıktığı için, ölümün lirik heyecanları içinde, bunlara bilâkis kızması da mümkündü.
Fakat öyle olmadı. En alık ve gafil insanların bile, büyük tehlikeler karşısında harikulâde uyanıklık dakikaları olur. Bu nasihat, öyle bir zamana mı tesadüf etmişti? Yoksa ihtiyarın kuvvetli iradesi bu hasta, zayıf ve perişan kadıncağızın üstünde bir telkin tesiri mi yapmıştı? Hâsılı, Nadide Hanım, dayısını can kulağı ile dinledi, bu kadarcık bir yardımla yangından hayli mal kurtardı.
Büyük hanımın yeni idare programındaki en ehemmiyetli madde tensikat, yani konağın kadrosunu küçültmek olmuştu. Halayıklarla uşaklar için pek bir güçlük yoktur.
Onlar küçük insanlardı; gel dersin gelirler, git dersin giderlerdi. Ellerinden gelecek tek şey bohçalarını bağlarken biraz ağlayıp sızlanmaktan ibarettir. Hanımefendi, kadınlardan yalnız emektar Nevnihal Kalfayı, erkeklerden de çocukların lalası Tahir Ağayı alıkoyarak ötekileri kapı dışarı etmişti.
Konakta yerleşmiş bazı akraba ile gedikli misafirlere gelince, bu mesele ancak zamanla halledilebilirdi. Nitekim de öyle oldu. Nadide Hanımın umumî bir paydos borusu çalmaya iradesi ve yumuşak yüzlülüğü mâni idi. Ancak onda bir hususiyet vardı. İyi ve memnun zamanlarında ne kadar nazikse sıkıldığı, kızdığı vakit de o kadar celalli ve kaba olurdu. Bilhassa para sıkıntısı çektiği günlerden birinde bu insanlardan biriyle ezkaza küçük bir mesele çıktı mı misafir, kendini sokakta buluyor ve konağın sayısız odalarından birinin kapısı ebediyen kapanıyordu.
Böyle böyle bir iki sene içinde ihtiyar dayının planı tamamıyla tatbik edilmiş oldu. Mamafih, eski düğün evi manzarasını kaybetmiş olmakla beraber konak, yine kalabalık, idare yine güçtü: Kızlar, oğullar, damatlar, gelinler, torunlar, sütnineler, evlâtlıklar, hizmetçiler, iş takibi, yahut hava tebdili için dışarıdan gelmiş misafirler...
Hasılı, imaret, eski şeklinden çok farklı olmakla beraber, yine işlemekte devam ediyor ve bütün bu değirmen, Nadide Hanımın başında dönüyordu.
Kadıncağıza paşadan kalan aylık —her yeni devlet ıslahatında— kırılıp küçülüyor, elindeki üç beş parça irat ve mücevher seneden seneye eriyordu. Fazla olarak ufak tefek borçlar da yapmış, aylık cüzdanını sarraf eline düşürmüştü. Hanımefendi, bilhassa onların hesaplarına, muamelelerine akıl erdiremiyor, bu bataktan kendini kurtarmaya çalıştıkça büsbütün saplandığını dehşetle görüyordu.
Hanımın en tatlı zamanları ayın ilk haftaları idi. O günlerde son derece sevimli ve vergili bir hanımefendi olur, ağzından bal, masum yeşil gözlerinden muhabbet akardı. O müddet esnasında istersen kadıncağızdan canını iste. Fakat ayın on beşini geçirdin mi, yandın demektir.
O zaman büyük hanımda, teknede kabarmaya bırakılan ekmek hamuru gibi, için için bir mayalanma başlar, evvelâ haline bir durgunluk çöker, söylenilen sözleri dinlemeyerek derin derin düşünürdü. Daha sonra şakaklarında, ellerinde mor damarlar peyda olur, güzel yeşil gözleri, ürkmüş hayvan gözleri gibi deli deli parıldar, burnu, ağzı takallüs ederdi. O vakit, en ehemmiyetsiz bir söz ve hareket onu çileden çıkarmaya kâfi gelirdi.
Ayın yirmi beşinden sonra konak halkı onun birçok defalar: «Of, Allah, ya bu ay sonunu evden çıkarsın, ya beni!» diye avaz avaz bağırdığını işitir, azgınlık sırasının hanım ninelerine geldiğini gören çocuklar bir köşeye siner, misafirler ayaklarının ucuna basarak sofalardan kaçışırlardı.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kızılcık Dalları
General FictionKızılcık Dalları'nda, bir evlatlığın başına gelen olayları, kendi diliyle eşleşen bir masal diliyle anlatışı göze çarpar. Mutlu bir aile yaşantısına özlem, büyük bir anlam zenginliğiyle dile getirilmiştir. Kızı erken yaşta ölen bir ninenin, yüreği y...