Hafif esen rüzgarda saçlarım savrulurken taşlı yolda yürümeye devam ettim. Çıkan taş sesleri tuhaf bir şekilde hoşuma gidiyordu. Ya da tümden kafayı sıyırmış olabilirdim.
Sıkıntıdan oflarken durağın orada beklemeye başladım. Ne zaman gelecekti acaba? Çok bekletirse zorlu bir linç onu bekliyor olacaktı.
Oğuz'un şu an bir taraflarında pirelerin uçuştuğuna yemin dahi edebilirdim. Okul saatine buluşma vaktinden biraz daha fazla vardı ve bunu uyuyarak değerlendirmesi hiç de şaşılacak bir şey değildi. Klasik biz hareketleriydi bunlar. Ben olsam ben de yapardım ama bana yapılınca da kudururdum...
Yaklaşık bir milyon kere aradıktan sonra sinir krizi geçirecekken açmıştı telefonu. Tükürür gibi konuşurken ağzını açmasına müsade etmedim. "Neredesin lan sen? Bir saattir seni bekliyorum."
Esneyerek yanıtladı. "Çıkıyorum evden be! Car car etme."
Sövmeyi erteleyip telefonu suratına kapattım. Yüz yüze pataklasam daha rahat edecektim.
Yaklaşık on dakika sonra ara sokaktan Oğuz'un sarı kafası çıkınca oturduğum duraktan kalktım ve ona doğru yürümeye başladım. Yüzü muşmula gibiydi.
"Tipine tükürdüğüm... Şu sıfata bak. Gece oyun oynadın hep, değil mi?"
Mosmor gözaltlarıyla beraber sırıttı. Kolunu omzuma attığı sırada beraber yürümeye başladık. "Harika oyun ama sarı. Bırakamadım." Cık cık ettim. Şunların oyun bağımlılığı beni öldürüyordu gerçekten.
Duru, Çağlar ve Oğuz kafayı yemiş gibilerdi. İnsan tüm vaktini oyuna harcar mıydı ya? Oluyordu işte. Bizimkiler manyağın sözlükteki anlamıydı.
"Bütün gün salyan aksın sınıfta. Git de arkadaşlarından ders notlarını falan iste şimdiden." Omuz silkti. "Sizden alırım."
Dudak büzüp kınayıcı bakışlar attım. "Konularda aynı yerde değiliz sizin sınıfla sayın gerizekalı."
Umrunda dahi olmadı. "Göğe bakalım."
Gözlerimi devirip onu ittirdim ve yolun ortasında durdum. "Bana bak lan. Benim canım çok sıkkın. Kahvaltı yaparken adam gibi oturup konuşacağız."
Dudak büzdü. Ne diyeceğimi, ne konuşacağımı adı gibi biliyordu ve bu hiç hoşuna gitmiyordu. Olabildiğince ertelenmişti İrem ve Oğuz'un meselesi. Artık gerçekten saçmalamaya başlamışlardı ve benim de sabrım tükenmek üzereydi.
Bu kadar da eziyet etmezsiniz ya kendinize... Yazıktı gerçekten. Olan kendilerine oluyordu.
Her zamanki tıkınma mekanımıza gittiğimizde üzerimdeki kot ceketi çıkardım. Böyle havalarda sabah üşüyor, öğlene doğru pişiyor, akşama tekrar üşüyordum. Ne olacağı hiç belli olmuyordu.
Garsona yine bir dolu sipariş verdiğimizde garson bu sefer şaşırmadı. Alışmıştı sanırsam. Buranın yerlisi olmuştuk. Bir de üstüne yığınla sipariş verince... Garson beyin tuhafına gitmiyordu haliyle.
"Ya sarı kafam, kafa açmayacaksın, değil mi?" Gözlerimi kısarak suratına bir tane patlatmaya çalıştım ama geri kaçmıştı. "Sen benim dediklerimi yapma, bak nasıl kafanı açacağım senin. Yaracağım hatta."
Siparişlerimiz geldiğinde hem hayvan gibi yemeye başladık hem de mühim konulara giriştik. Konu ne kadar mühim olsa da kahvaltı çok önemliydi...
"Bak,"dedim kahvemden bir yudum alırken. "Sen İrem'e açıldığından beri bir kere olsun yüzünüz gülmedi Küçük Emrah gibi. Bu eziyet normal mi sence?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KÜÇÜK MAVİŞ (DÜZENLENİYOR.)
HumorHiç beklemediğim bir anda mutluluğun beni bulacağını bilemezdim.