Yağmurlu bir günde, kasvetli bir havada ve sakinlik hissettiren evinde uyandı. Saat sabah 09.30'du. Gözlerini açtı ve ilk olarak telefonu eline aldı bildirimlere baktı. Sanki önemli haber bekliyor gibiydi. Ancak beklediği en önemli haber girdiği sınav sonucuydu. Bu sınav meslek yaşamını ve geleceğini etkileyecekti. Açıklanmadığını görünce hüsrana uğradı. İçindeki kaygılar artmaya devam etmişti. Beklediği sadece sınav sonucu muydu? Değildi.
Aşka, sevgiye hasret bir şekilde uyanıyordu. Yaşamına bir çok kadın girmiş, sadece ciddi olarak iki kadın ile birlikte olmuştu. İlki 6 yıl sürmüş, mutsuz bir şekilde bitmişti. Diğeri ise 9 ay sürmüş ve önceki ilişkisi ile aynı kaderi paylaşmıştı.
Hiç evlenmemişti. Evlilik nedir bilmiyordu. Çoğu zaman evlilik ona korkutucu geliyordu. Ancak evlenmeyi düşündüğü son ilişkisi onu hüsrana uğratmıştı. İlk defa bu kadar ciddi bir şekilde evliliğe hazır hissediyordu kendini. Ancak olmadı. Sevgilisi, her şeyin güzel gittiğini, güzelliğin yetmediğini, bir gelecek göremediğini söyleyerek ondan ayrılmıştı. O ise ne ayrılık mesajina, ne de aramalarına yanıt vermemişti. Neden bir cevap vermemişti? Kendini yorgun mu hissediyordu? Başından beri kendini ilişkisinde kabul ettirme çabasına girdiği, kurduğu hayallerin bir anda yıkıldığını gördüğü için mi cevap vermemişti? Seven kalp, karşısındakini olduğu gibi sevmez miydi?
Şimdi ise kendi evinde yalnız bir şekilde yaşamına devam etmek zorundaydı. Uyanmak, uyumak bunlar zor geliyordu. Çünkü hayat arkadaşı yok ve hayatına girdiği insanlar ya onun beklentilerine ya da o karşısındaki insanların beklentilerine cevap vermiyordu. Sanki hayat ona bir oyun oynuyordu. 'İstediklerini verme, istemediklerini ver' şeklinde bir oyundu bu. Oyunun kurallarını kim yazıyordu? Kim yönetiyordu bu oyunu? Kendisi sadece bir figüran mıydı yaşam sahnesinde yoksa başrol mü oynuyordu? Ne fark ederdi ki? Sonuçta kendisi yazmıyordu bu oyunu. Acıları, kederleri, yalnızlıkları sadece kendisi yaşıyordu. Uyandığı zaman yanındakinin sıcaklığı ile ona sarılmaya, dokunmaya, öpmeye, koklamaya hatta sevişmeye o kadar hasretti ki tarifi çok zordu. Tarifi imkansız gibiydi.
Aldatılmıştı. Büyük kavgalar edilmiş, büyük ayrılıklar yaşamıştı. Hayatın anlamsızlığından, yaşamın sorunlarından ve sıradanlığından o kadar çok sıkılmıştı ki, intihar ederek bir çıkış noktası yaratmayı istemişti.
Bu düşünceyi kendini bildi bileli zihninin bir köşesinde taşırdı. Zihninde saplanıp kalmış ölüm düşüncesiydi bu. Ölmek çare, kurtuluş gibiydi. Dayanılmaz acıların son buluşu, belki de kutsal kitaplarda bahsedilen yerlere gidiş idi. Kendisi gidebilir miydi bahsedilen o cennet bahçelerine? Gidemezdi. Yani almazlardı. Kendi yaşamına son vermiş birine neden böyle bir şekilde ödül verilmiş olacaktı ki? Anlam veremiyordu buna. Diğer yandan ise ölümü bir başarı, bir hak olarak gördüğü için, bunu kendi eliyle yaptığından güzel yerlere gideceğini düşlüyordu. Ne de olsa dünyada katlanılmaz acılara dayanmış birinin, gün yüzü görmemiş bir insanın diğer dünyada da aynı acıları çekmesi nasıl anlaşılabilirdi? Nasıl kabul edilebilirdi bu? Adaletsizlik, eşitsizlik, haksızlık değil miydi?
Zihnindeki düşünceleri toparlamaya çalışıp, kendiyle yüksek sesle konuşarak biraz rahatlamaya çalışıyordu.
Eski sevgilisine, onu bırakıp giden insana bir mektup göndermek istiyordu. Gecenin geç saatlerinde bu fikir aniden kafasında belirmişti. Peki ne yazacaktı? Yazınca rahatlayacağını düşünüyordu. Gönderebilme cesareti var mıydı? Hem gönderse ne değişecekti? Geri mi dönecekti? Geri dönse dahi kabul edecek miydi? Ya başka biri ile birlikte olduysa fikri, geri dönse dahi kabul etmesini imkansız kılıyordu. Bunu hazmedemezdi. Mektup çare değildi. Bunun farkındaydı. Ancak yine de bir kaç satır yazabilmişti, gecenin geç saatlerinde. Onu sevdiğini, güzel hayaller ile yola çıktığını, yolun başından beri bütün problemler ile ilgili konuşulduğunu, iki tarafında farkında olduğunu yazdı ve bırakmıştı. Daha fazla yazmaya gücü kalmamıştı. Kalemi aniden bırakıp masadan kalkmıştı. Uyumaya gitti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ehvenişer
RandomEhvenişer, birkaç kötüden en az kötü olanı anlamına gelir. Yaşadığımız hayat böyledir. Hep iyisi, daha iyisini isterken buluruz kendimizi. Ancak yaşam en iyisini vermez. Çoğu anlarda iyisini dahi vermez. Elimizde kötünün iyisi, kötünün az daha kötü...