Çiseleyen yağmurun altında parmak uçlarımdan damlayan kanlara takılı kalmıştı gözlerim. Parmaklarımdan birer birer, usulca süzülerek yerde yatan cansız bedenin üzerine damlıyorlardı. Her bir damla, bir zamanlar yaşam dolu olan bu bedeni kırmızı bir tuvale çeviriyordu. Gök gürledi ve düzenli bir şekilde düşen narin yağmur tanelerinin yerini sağanak yağış aldı. Yağmur, ölmüş kadına ait kanları temizledi üzerimden. Hırsla. Belki de affedilemez bir öfkeyle. Çimlere sertçe çarparak geceden hıncını aldı. Koyu kırmızı kan birikintisi, açık pembe bir hale döndü. Dağılmış saçlarım ve yaralı yüzümün yansımasını gördüm orada. Gözlerim tekrardan kanlar içinde yatan kadını buldu. Kanatlanan ruh, bir yıldız olup aramızdan ayrıldı.
Laurel Swan ölmüştü. Onu ben öldürmüştüm.
Bu ölüm bir savaş açacak, yeni bir çağ başlatacaktı. Bu savaşta hepimiz zarar görecek, belki de ölecektik. Her birimizin kaderi, bu ölümle birlikte değişecekti. Bu savaş tahmin edemeyeceğimiz kadar çok mezar kazdıracaktı bize. Gökteki yıldız sayısı artacak ve Aliento, bir daha karanlığa gömülmemek üzere aydınlanacaktı.
Bakışlarımı yere indirdim. Platin sarısı saçları, damarlarından dışarı doğru hızla akan ve bedenini terk eden kanla kızıla boyanmıştı. Ela rengi gözleri ise bir daha açılmamak üzere mühürlenmişlerdi. Bal rengini andıran hareleri, bir daha hiçbir bedene nefretle bakamayacaktı. Dolgun dudakları artık kimseye hakaret edemeyecekti. Zihnim, düşüncelerimin silinmez mürekkebiyle daha da siyaha boyandı. Gözlerim, bir zamanlar hayata dair birçok şey taşıyan bu bedenin cansızlığına odaklanmıştı. Ölümün bu kadar yakın ve somut oluşu beni sarsmıştı. Belki de uzun zaman sonra ilk defa bu kadar suçlu ve pişman hissediyordum.
Sırılsıklam, soğuktan üşümüş bedenimin titremesine engel olamadım. Titremelerim soğuktan mıydı yoksa korkudan mı bilmiyordum. Üzerime çöken ağırlık, ruhumu ezen bir karabasan gibiydi. Düşen omuzlarımı dikleştirip o yüklerden kurtulmaya çalışsam da hiçbir işe yaramadı.
Üç yüz elli beş, dedim kendi kendime. Laurel Swan, hayatını sonlandırdığım üç yüz elli beşinci kişiydi. Öldürmeyi sevmiyordum. Birini öldürdükten sonra ruhuma ve vicdanıma yüklenen o ağırlığı sevmiyordum. Geceleri uykumu bölen kâbusları, mideme giren krampları, kan kokusunun başımı döndürmesini sevmiyordum. Her bir ölüm, ruhumdan bir parça koparıyordu sanki.
Ancak bazen birilerinin ölmesi gerekirdi. Doğacak bebeklere yer açmak için kötüleri yok etmeliydik. Yoksa bu evren bize yetmezdi. Masum bebekleri katil varlıklara tercih ediyorduk. Olması gerektiği gibi... Bu döngüde, iyiliğin galip gelmesi için kötülerin yok edilmesi gerekiyordu.
Megan'ın sesiyle kendime geldim. Ya da kendime gelmeye çalıştım, bilmiyorum. Yakınımda olmasına rağmen sesini buğulu duyuyordum, uzaktan ve derinden. "Gitmeliyiz Milan. Rüya Avcıları gelmeden bir an önce gitmeliyiz." Laurel'in yerde yatan solgun bedenine bakmayı ve vicdan azabı çekmeyi bırakıp Megan'ın peşinden aceleyle ilerledim. Dönüp arkama bakmadım. Bakarsam gidemezdim. Eğer öldürmeseydi, ölmezdi, Milan. Eğer seni öldürmek istemeseydi ölmezdi. Ne kadar zor olsa da bir şekilde kendimi avutmaya çalışıyordum. Pişman olmamalıydım.
Bu hayatta yaptığım hiçbir şeyden pişman olmamıştım. Çünkü o şey her ne ise onu pişman olmak için yapmamıştım. Bir amacım vardı. Benim için gayet geçerli olan bir amaç. Ancak bazen, ilk kez birini öldürdüğüm an için öylesine pişmanlık duyuyordum ki. Her şeyin bir ilki vardı. Eğer hırsıma yenik düşüp Nora'yı öldürmeseydim belki hiçbir bedeni mezara girmek, hiçbir ruhu gökyüzünde bir yıldız olmaya mecbur bırakmak zorunda kalmazdım. Kafam çok karışmıştı. Her seferinde olduğu gibi... Ve her seferinde de olacağı gibi...
Bildiğim ve şu an için emin olduğum tek bir şey vardı: Bu saatten sonra ya sonumuz gelecekti ya da biz başkalarının sonunu getirecektik. Hangisinin olacağını ise zaman belirleyecekti.
Zaman ihanet ederdi. Acımasızdı. Kanatmayı ve yaranızı deşmeyi severdi. İyileştirmez, aksine hasta ederdi.
Ben Milan Anderson. Ya da bir katil. Annesi ve babası tarafından terk edilen, yalnızlığa mahkûm edilmiş değersiz bir paçavra. İplikleri çıkmış, pamukçuklanmış kötü bir kumaş parçası. Azrail'e emanet edilen bir kimsesiz. Bir Yönetici'yim. Yaptığım şey Aliento'da yaşayanların zihinleriyle oynamak. Onları kötülükten uzaklaştırıp iyiliğe zorlamak. Aliento burası. Gezegenimiz. Savaşçılar'dan koruyamadığımız ama hâlâ sahip çıkmaya çalıştığımız o yer. Bizim olan ama bize hak görülmeyen o yer.
Burası Aliento. Burada sınırlar yoktur. Burada sınıflar vardır.
YOU ARE READING
ALIENTO
FantasyAliento isimli bir gezegende asırlar öncesinden kalan Tanrıçalar arası bir savaşın izleri yeni bir savaş açar. Yöneticiler gezegeni korurken Rüya Avcıları doğdukları yere ihanet edip diğer ge-zegenin halkı olan Cielo ırkı ile iş birliği yaparlar. Sa...