Elimdeki kağıtta yazan adrese baktım, avukat bürosunun kapısının üzerindeki isimle karşılaştırdım. Sonunda bulabilmiştim. Bir saattir ev kirasını ödemediğim için ihtarname gönderen avukatın bürosunu arıyordum. Sinirden ellerim, yorgunluktan dizlerim titremeye başlamıştı artık…
Kapıyı açıp içeri girdim. Ufak tefek bir kız bilgisayardan başını kaldırıp soran gözlerle bana baktı. Telefonda konuştuğum sekreteri olmalıydı. Hiç konuşmadan hışımla yanından geçip avukatın odasına yöneldim. Kız telaşla arkamdan seğirtirken ben kapıyı açıp içeriye daldım.
Avukat Kenan diye gözümde canlandırdığım kelli felli, şişko, pislik tip yerine, masasında oturan gür siyah saçlı, mavi gözleri boncuk gibi hayretle bana bakan, sert hatlı, artist gibi yakışıklı pisliğe yöneldim.
Hararetli bir tartışmanın ortasına düşmüştüm sanırım, masanın önündeki koltuklarda oturan iki adamın da, avukatın da masanın üstündeki bir dosyaya eğilmiş vaziyette olduklarını, tartışmalarını böldüğümü son anda fark ettim.
Arkamdan gelen kızın kolumu çekiştirmesine de aldırmadım, duramazdım artık… Öfkeyle makineli tüfek gibi saydırmaya başladım,
“Kenan bey, size telefonda halimi anlattım. Kocam altı aydır ortada yok, hasta annesiyle beni tek başıma bıraktı, iş arıyorum, bulunca kirayı en kısa sürede öderim dedim. Ama sizden anlayış beklerken, tam aksine bana ihtarname göndermişsiniz.” İki metrelik boyuyla oturduğu yerden kalkıp,
“Küçük hanım, müvekkilimin kesin talimatı var…” diye başlayan avukatın lafını kestim. Çantamdan çıkardığım zarfı masanın üzerine attım.
“Bakın, bu zarfın içinde 500 lira var. Yeni başladığım, köle gibi çalıştığım işimden avans çektim. Olduğu gibi size getirdim. Gerisini de öderim. Artık ne yaparsanız yapın, isterseniz bekleyin, isterseniz icraya verin. Benim daha fazla dayanacak halim kalmadı.”
Sinirden ne yaptığımı bilmiyordum, öfke doluydum. Her şeye, hayata, beni borçlarla, alacaklılarla baş başa bırakıp giden kocama, evdeki hasta kayınvalideme, ev sahibine, evsahibinin -onca öfkenin içinde ne kadar yakışıklı olduğunun farkına varabildiğim- pislik avukatına… Gözlerime yaş dolduğundan bulanık görüyordum avukatı ve diğerlerini… Avukat tekrar,
“Küçük hanım, bakın…” diye başladı ama ben dinlemedim artık…
Biraz daha kalırsam bu yabancıların içinde ağlamaktan, kriz geçirip kendimi kaybetmekten korkuyordum. Geri döndüm, hızla çıkacaktım ki, kapının yanındaki etajerde duran, odaya girerken görmediğim, onlarca kırmızı gülle dolu vazoya takıldı gözlerim…
Kırmızı güller… En sevdiğim çiçek… Öyle güzel görünüyorlardı ki… Başımı yana çevirip avukata hitaben sesim titreyerek,
“Adım Gül benim…” dedim. “Ne küçükhanım, ne batakçının karısı, ne de bir icra dosyasıyım… İnsanım ben… Gül benim adım…”
Sonra da kapıyı açıp çıktım, büroyu ve iş merkezini koşar adım terk ettim. Yaşlar yanaklarımdan akmaya başlamıştı artık… Deniz kenarında boş bir banka oturup içimi çeke çeke ağlamaya başladım.
22 yaşında, genç, güzel, manken gibi vücudumla herkesi kendine baktıran ben, kadersizliğime ağlıyordum işte… 20 yaşımda kaçarak evlendiğim hayırsız kocamla birbuçuk yıl evli kalabilmiştim. Sonradan öğrendiğim kumar illeti ve borçları yüzünden bizim aşk evliliğimiz çok kısa zamanda cehenneme dönmüştü.