Nefes alan bir taş gibiyim, bunun ölümden farkı ne?
_________
Günler birbirinin ardından olduğu gibi hızlıca ilerliyordu. Zamanın acıması yoktur derler. Gerçekten de öyleydi. Ne zamanı durdurabiliyordum, ne de onun aktığının farkında olabiliyordum. Hayatım elimin arasından kayıp gidiyordu ve benim tek yapabildiğim oturup izlemek ve ağlamaktı sanki.
Hayatımız bir sıradanlığa büründü. Mirlan hastaneye geliyor, kemoterapi görüyor sonra da onu evine götürüyordum. Hatta ondan sonra da geceyi onun evinde, onun koltukta uyumasını izleyerek geçiriyordum.
Bu böyle olmamalıydı, olmaması gerekiyordu ama artık ne kalbime, ne de aklıma söz geçirebiliyordum. İkisi sürekli bir savaş içinde beni yiyip, tüketiyordu. Aklım Murathan'ın dediklerinde takılı kalıp, onu affetme şansı vermiyor, kalbimse onu kaybetmek üzere olduğunun farkındalığıyla ağlıyordu, yas tutuyordu. Bense küçük bir çocuk gibi ortada çekiştiriliyordum.
Derin bir nefes alırken elimdeki dosyaya odaklandım. Acil serviste, karşımda oturan kadının dosyasını okuyordum ama uykusuzluk yüzünden kafam o kadar doluydu ki, odaklanamıyordum bile.
Uzun sürdüğünü gören kadın, "Kızüm, iyi misin?" diye sordu.
Önümdeki kadının şiveli konuşmasıyla kafamı kaldırıp, ona baktım. Sonunda dosyayı okumayı bitirerek, "Teyzem, onu benim sana sormam gerek. Başka bir ağrın var mı?" diye sordum.
Yaşlı kadın kafasını iki yana sallarken, "Yok kızım, başka bir sorunum yok şükür." dedi.
Gülümseyerek ona kafamı salladım ve dosyanın altına imzamı attım. Yanıma gelen Mehtap'a dosyayı uzatırken, "Dosyayı götür, yukarı kattan da bir oda ayarla, tamam mı?" dedim.
Mehtap kafasını sallayıp, geri gitmeden önce, "Tamamdır, Sevgi hocam." dedi.
O uzaklaştığında önlüğümün göğüs cebinden asılı olan doktor kalemimi çıkardım. Teyzenin yanına oturarak gözlerini açtım ve muayene etmeye başladım. Herhangi bir şey yoktu. Sadece bayılmıştı. Ama onu bir muayene'ye sokmak iyi olacaktı.
Ben ona bakarken teyze, "Ne kadar da güzel bir ismin var kızım. Umarım hayatın da ismin kadar güzeldir." demişti.
Dudaklarıma buruk bir gülümseme konarken, "Teşekkür ederim teyzem." dedim.
Fakat o dudaklarımdaki gülümsemenin mutlu olmadığını görerek, "Ne oldi? Bir keder sardı seni sanki." dedi.
Kafamı iki yana sallayıp, yandaki tepsiden küçük parmak iğnesini alırken, "Bir şey yok teyzem, merak etme." diye cevap verdim.
Sesimdeki yorgunluğu ben bile duyabiliyordum. Fakat onun anlamamasını umuyordum. Anlasa bile sormamasını. Çünkü ne anlatacak gücüm vardı, ne de hatırlayacak. Gerçi, unutmuyordum da.
Belki de böyle olması gerekiyordu. Belki de kaderin varlığını kabul edip, kalbimdeki acıya kollarımı açmam, hüzünü kabul etmem gerekiyordu. Ama yapamıyordum. Bunu yapmak demek, Mirlan'ın gitmek üzere olduğunu kabul etmek demekti.
Ben teyzenin yüzük parmağına iğneyi batırıp, kanı alırken teyze, "Sevdiceğin ile mi aranda bir sorun var?" diye sordu.
Bu soruyla kafamı kaldırıp, teyzenin gözlerine baktım. Mavi gözleri vardı. Benimki gibi. Ama onun gözlerindeki mavi tonu yaşlılığından dolayı bir sönüktü. Sanki solmuş bir çiçek gibi.
Benden bir cevap gelmediğinde teyze arkasına yaslandı. Elinin birini kafasının arkasına yerleştirirken, "Sevda zordur. Öyle herkes altından kalkamaz. Belli ki seninki de kalkamamış." dedi.