31 - gece yarısı

120 23 40
                                    


"Her şey susmuştur böyle zamanlarda"*


- Emin Yiğitsoy


Bazı yolların dönüşü olmaz. Tek yönlü bir trene binmek gibidir bu yollar. Ya ilerlersiniz, ya da durursunuz. Üçüncü bir seçenek mevcut değildir. Geriye dönüp onca yolu hiç gitmemiş gibi yapmayı deneseniz dahi, başını kuma gömen bir devekuşundan farkınız kalmaz.

Anlamak eylemi de o yollardan biriymiş. Şu cümleyi bir yerde okumuştum: "Anlamak acıtıcı bir şeydir. Anladığınız anda geri dönemezsiniz hiçbir şeyden."** Büyüdükçe bu sözün altındaki manaları daha iyi kavrıyordum.

Geçmişe bakıyorum. Çocukluk zamanlarım gözümün önüne geliyor. Babamın eve geldiği vakitler...O anlarda içimize sinen o ağır, huzursuzluk dolu havayı hatırlıyorum. Yalnızca kendini düşünmesini, bizimle asla ilgilenmemesini, aramızda buzdan duvarların örülü oluşunu ve bir kez bile samimiyetle beni sevmeyişini hatırlıyorum... Anneme sürekli eleştirel bir tavırla yaklaşımını, emirler ve istekler yağdırışını, asık suratlı hâlini anımsıyorum. Her akşam aynı şey olurdu; babam eve girer, hiçbir selam vermeden oturma odasındaki üçlü koltuğa yerleşir ve yüzündeki o memnuniyetsiz bakış, asla daha iyisiyle değişmezdi.

Babamın her şeyi kontrol eden bir varlık olduğunu sanırdım. Onun istediği yapılırdı: Babam hastaysa, annem etrafında pervane olurdu. Babamın canı bir yemek isterse, o yemek mutlaka akşama pişerdi. Babamın canı sıkkınsa benim oyun oynarken çıkardığım neşeli çocuksu sesleri dahi duymak istemezdi. Babam kızdıysa, öfkesiyle hepimizi susturur, bizden çıkartırdı hıncını. Bizim dünyamız, onun memnuniyeti üzerine kurulmuş bir kaleydi, ama bu kale bir mezardan farksızdı.

Bütün bunların normal olduğunu zannederdim. Çünkü başka türlüsünü görmemiştim. Çünkü başka bir yaşam biçimi bilmiyordum. Ancak büyüdükçe, etrafımda evlatlarının başını okşayan, onlara gülümseyen, can kulağıyla dinleyen, onları önemseyen babalar gördüm. Eşlerine sevgiyle bakan, ellerini tutan, onların ihtiyaçlarını gözeten babalar vardı. Yani yaşadığım aile hayatının başka alternatifleri mevcuttu. Herkes biz gibi değildi.

Böylece bir gün bunu anladım: Babam bize başka türlü davranabilirdi. Bizi sevgisiz ve ilgisiz bırakışı tamamen kendi tercihiydi. Bunu anlamasaydım hayatımı çok normal ve sıradan sanmaya devam edecektim ama bu farkındalık, minik aklımı bulandırmış, kalbimi derinden kırmıştı. "Anne, başka babalar çocuklarını ve anneleri seviyorlar, benim babam niye bizi sevmiyor? Yaramazlık yaptığım için mi?" diye soruvermiştim. "Hayır," demişti annem. "Seninle ve benimle hiçbir ilgisi yok oğlum. Senin baban sevmeyi bilmiyor."

Bu sözler aklımı daha da karıştırmıştı. Bilmediği şeyi öğrenebilirdi insan, öyle değil mi? Mesela ben de bir çok oyunu, kelimeyi, kavramı, günleri, sayıları bilmiyordum ama yavaş yavaş öğrenmiştim. Peki babam neden sevmeyi öğrenmiyordu? Hem de bu kadar büyük bir adamken! Şimdiye dek öğrenmiş olması gerekmez miydi?

Bu sorunun cevabını bulmam çok zaman almadı. Cümbür cemaat dedemlerdeydik. Belki de bir bayram günüydü, hatırlayamıyorum. Bütün akraba-i tarikatımız, çoluk çocuk... Babam, bir çocuğun başını okşadı o gün. Ona gülümsedi. Şakalar yaptı, güldürdü. Hatta cebine harçlık koydu. Kolundaki yarayı sordu. Kafam iyice karışmıştı. "Acaba babam sevmeyi mi öğreniyor," diye düşündüm. "Ama neden bana belli etmiyor öğrendiklerini?"

ZecirHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin