2 - bir yabancıya bakar gibi değil

436 59 8
                                    

"Cehennemi mahşerde aramayın, nasılsa kimsenin sizi anlamadığı yerde bulacaksınız." *

——

İşte, benim hikayem böyle başladı.

Bir Cuma akşamı eve gelen babam ev halkı için müjdeli benim için ise kasvetli olan o haberi verdi.

"Bugün Emin'le tanıştım. Gayet efendi, çalışkan, güvenilir bir çocuk. İçim ısındı. Ne olur ne olmaz diye sağa sola da sordurdum ve sordum. Kendi halinde, saygılı, işinde gücünde, etliye sütlüye bulaşmayan biridir dediler. Kimse şimdiye dek ciddi bir yanlışını görmemiş. Bi sıkıntı sigara içiyor olması, ama o meret bizde de var. Kendim içerken çocuğu bundan ötürü yargılayamam. Aileyi zaten tanıyoruz sayılır. Yakut abi kaç yıllık ahbabımızdır. Çocuğun rahmetli anne babası da iyi insanlardı. Ben bu evliliği uygun buldum. İçime sindi. Haftaya ailecek görüşelim, bize davet edelim, tanışalım. Bizim kızı görsünler hem. Sonra da duruma göre konuşur, iki taraf yine tamam derse hazırlıkları, nikah tarihini falan konuşur ayarlarız."

İsmini ilk kez öğrendiğim o cuma akşamı daha beni tanımadan evlenme fikrini kabul ettiği için ona derin bir öfke duydum. Onunla tanışmayı hiç istemedim. Sonra "Belki," dedim "onu da zorlamıştır ailesi. Beni görünce vazgeçer belki. Bahane uydurur, beğenmedim der."

"Bir şekilde bu iş bozulur belki."

Belkiler biriktirdim. Umut etmeden yaşayamazdık çünkü. Yine de ümidimin titrek, sönmeye yüz tutmuş bir mum alevi gibi zayıf olduğunu içten içe biliyordum. Tam da bu sebeple çaresizlik duygusu beni boğmak ister gibi her zerremi işgal etmişti. Düğüm olmuştu boğazımda. Bu hissi bu yaşımda öğrenmiş olmayı istemezdim.

O günden sonra bir şeyler değişmeye başladı. Beni istemediğim bir evliliğe ittikleri için aileme büyük bir öfke duydum. Bunu normalleştirdikleri, bundan başkasını asla münasip görmedikleri için adetlerimize ve içinde büyüdüğüm topluma öfke duydum. Babama itiraz etmediği, onu vazgeçirmediği için anneme, abilerime, ablalarıma öfke duydum.

Derdimi ve başıma gelenleri paylaştığımda beni anlamayan en yakın arkadaşım İclal'e öfke duydum. "İyi tarafından bak, belki buradakinden daha rahat edersin. Hem gelinlik giyip prenses gibi olursun. Kendi evin olur, kendi odan, kendi eşyaların. Harika kıyafetler alırsın. Ablam evlendiğinde o kadar güzel elbiseler, etekler, takılar almışlardı ki ona! Sana da alırlar. Belki de kocanla masallardaki gibi bir aşk hikayesi yaşarsınız, çok seversin belki..." demesine öfke duydum. Benim içi boş tesellilere itiyacım yoktu.

Başımı alıp gidecek bir yer veya kimse olmadığı, beni bu kadere mahkum ettiği için hayata ve dünyaya öfke duydum. Kaçıp gitmeye dahi cesaretim olmadığı için, elimden daha fazla bir şey gelmediği için, kurban edileceğini kabullenmiş bir koyun gibi boynumu eğip beklediğim için, zayıflığım, acizliğim, güçsüzlüğüm, çaresizliğim için kendime öfke duydum. Her şeye ama her şeye öfke duydum.

Cehennemin dünyaya yansıyan bir tarafı varsa, ben tam ortasındaydım. Bu hissettiklerimin başka bir açıklaması olamazdı.

Sonra o gün kapıya dayandı. Misafirlerimizin geldiği gün. Tamamıyla yabancısı olduğum kadınlar beni süzüp durdu bütün akşam. Yapmacık bile olsa hiç gülümsemedim onlara. Surat da asmadım. Hiçbir duygu kırıntısı yoktu yüzümde. Dümdüzdüm. Annem ve ablamgillerin "biraz yüzün gülsün," demesine, babaannemin beni dürtükleyip "astın munzurlarını oturdun kız, az insancıl ol," diye tembihlemesine aldırmadım.

Sırf o beni görsün diye elime çay tepsisi tutuşturup odaya götürmemi istediklerinde attığım her adımda felaketime sürüklendiğimi düşündüm.

Bu çay işi bizimkilerin alışkanlığıydı. Yabancı erkeklere kendimizi göstermemiz hoş karşılanmadığı için damat adayını ve kızın mahremlerinden bir veya bir kaçını alıp ayrı bir yere oturtur, damat adayının kısa bir süre kızı görmelerini sağlarlardı. Girdiğim odada da abimgiller ve o vardı. Tepsiden başka bir yere bakmazken çaylara uzanan ellerden ve arka planda bulanık şekilde belli olan silüetlerden karşımdakinin kim olduğunu anlıyordum. İki abim de bardaklarını aldığında son kalan kişinin kim olduğu da malumdu.

Fincanı aldı, uzaklaşmak için tepsiyi hemen geri çekecektim ki yeniden tepsiye uzandığını fark ettim. Bizimkiler şeker kullanmadığından ötürü sanki o da kullanmayacak gibi davranmıştım.

Bakışlarını bir kaç saniyeliğine üzerimde hissettim o anlarda. Bundan hoşlanmadım ama rahatsızlık da duymadım.  Aldırmamaya çalıştım. Tepsiyi yeniden ona doğru yaklaştırdım. Çay kaşığı ve bir küp şeker aldı.

Parmakları uzundu. Kendisi de öyle olmalıydı. Çıkarımım doğru mu diye teyit etmek aklımdan geçse de saniyesinde vazgeçtim. Önemi yoktu. "Bakma, bakma, bakma," dedim kendime ve başardım da. Zaten onu merak da etmiyordum. Yani dönüp bakmamak kolay oldu.

Artık hepsi çaylarını aldıklarına göre buradan gidebilirdim. Bir saniye bile fazladan kalmak istemiyordum. Odadan ayrılmak için kapıya doğru hızlıca bir hamle yaptığımda büyük abimin seslenişi beni salonun ortasında durmak zorunda bıraktı.

"Berra,"

Konuşurken sırtım dönük durmak terbiyesizlik olacağından, mecburen yüzümü onlara doğru döndüm. Tam bu sırada üçünün de bakışlarını üzerimde hissediyor ama inatla abimin gözlerinin içine bakıyordum. Memnuniyetsizliğim ise her halimden belliydi, yüzümden okunuyordu. Keşke bu genç de hoşnutsuzluğumu anlasa ve evlenmekten vazgeçseydi.

"Misafirimize bir şey demeyecek misin?"

Afiyet olsun mesela, hoş geldiniz ya da, dimi abi? Hayır, herkesten sesimi bile sakınmak istiyordum şu sıralar. Ama yine beni bir şeylere mecbur ettiniz. Konuşacaktım illa, öyle mi? Peki abi.

Bakışlarımı abilerimin karşısında oturan gence çevirdim. İlk kez o an göz göze geldik. İlk kez onu gördüm. Varlığı henüz benim için bir anlam ifade etmiyordu. Sıradan bir insana bakar gibiydim. Fakat sonradan anladım ki bir yabancıya bakar gibi değil.

Hatta ve aslında, bu işten vazgeç, benim gönlüm yok dercesine yalvaran gözlerle ona bakar gibiydim. On beş yaşında bir çocuk ne kadar nasıl bakabilirse öyle işte.

Sonrasında abilerimin (ve kulağına gitmesi durumunda babamın) kızabileceklerini bilmeme rağmen aklımdan geçen o tek cümleyi onun gözlerinin tam içine bakarak söyledim.

"Keşke siz de, herkes de bu dünyada Berra diye birinin var olduğunu unutsanız ve istemediğim bir hayatı yaşamak zorunda kalmasam."

Ayıplanacağımı bile bile, son kelime dudaklarımdan çıktığı an, çabucak arkamı dönüp gittim. Abimin uyaran bir sesle "Berra!" diye seslenişini yok saydım. Dışarı çıkıp bahçenin arka tarafına yürüdüm. Zeytin ağacının altına oturdum, sırtımı ağacın kalın gövdesine yasladım, dizlerimi karnıma doğru çektim ve ağlamayı bile başaramamanın verdiği o bunaltıcı hisle koca dünyanın ortasında, küçücük bir kız olarak kalakaldım.

——

*Sinan Yağmur

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

*Sinan Yağmur

ZecirHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin