Ertesi gün uyandığımda bambaşkaydım. Dün ki yıkılmış halimden eser yoktu. Hayat'ı bırakıp eve gelince güçlü olmam gerektiğini düşünüp durmuştum. Bugünse okul eteğimi giymiş, gömleğimi dışarıya çıkarmıştım. Çoraplarım yarımdı ve saçlarımın da şekillendiriciyle kıvırcık olmasını sağlamıştım. Makyajım altı üstü dudak kreminden ibaret olsa da çok farklı hissediyordum.
Kahvaltı için masaya oturmadan hemen önce sırt çantamı sandalyeme asmıştım. Babam sofranın başında, annemse onun sol tarafındaydı. Gözlerim ikisinin üzerinde gezindi. Gerilim elle tutulur cinstendi. Çatalımı peynire batırıp çay bardağından kaşığı çıkardım. Annemin bakışları kısacık bir an bana döndü.
''Sen çayı şekersiz içemezsin, Hazan. Mideni bozacaksın.''
Beni fazla iyi tanımasını es geçerek omuz silktim. ''Artık şeker kullanmıyorum.'' diyebildim sadece. Az kalsın, 'anne' kelimesi dökülecekti dudaklarımdan! Oysa ne kadar rahatsız olurdu durumumuzdan. Neredeyse hiçbir şey yemeden doğruldum masadan. Babam da aynı anda çatalını tabağına bıraktı.
''Bugün seni ben bırakacağım.''
Şu an sadece gülmek istiyordum.
''Şu olanlar çok komik değil mi?'' diye söylendim yarı tebessüm eder yarı huzursuz bir ifadeyle. ''Yıllardır bana bunu söylemeni bekliyorum ama sen en olmayacak zamanı seçtin, baba.''
Babamın gözlerinde gördüğüm pişmanlık yüzünden vicdanım sızlasa da umursamamayı seçtim. Ben değişmiştim. Dün gece ağlayan kız gitmiş, yerine dimdik ayakta duran güçlü birisi gelmişti. Artık sessiz kalmayacaktım, insanlara sadece beni kırmaları için şans tanımıştım.
Tamamen aptallıktı!
''Gidiyorum.''
Çantamın tek sapını koluma taktığımda ''Sana seni bırakacağımı söyledim!'' dedi babam. Ses tonu emir verdiğini belli ediyordu. Olumsuz herhangi bir yanıtı kabul etmeyeceğini ortaya sermişti. Gözlerimi kaçırarak kapıya ilerledim. Spor ayakkabılarımı giyerken onun bakışları üzerimdeydi. Binaya çıkıp aşağıya inene kadar tek kelime çıkmadı ağzımdan.
Tam arabaya yönelmiştim ki ''Yürüyelim.'' deyiverdi.
O yokuş yukarı adım atmaya başladığında mecburen peşine düştüm. Kulaklığımın tekini takmıştım, yan yana yürüsek de sokaktaki birbirini tanımayan insanlardan farksızdık. Ne o sohbet konusu bulmayı deniyordu, ne de ben babama açık bir kapı bırakıyordum. En sonunda dayanamamış olacak ki durdu.
''Çok zordu.'' dedi sessizce. Ben iki adım önde olduğu için yüzünü göremiyordum. Parmaklarım sıkılırken tek yapabildiğim bakışlarımı kaldırım taşına dikmek oldu. ''Yıllar! Senelerce bana üvey evlat muamelesi yaptın ve zordu, öyle mi? Nasıl beni kandırırsın? Önce evlatlık alındığımı öğreniyorum, sonra annemin senin eski nişanlın olduğunu! Ah! Gerçek kızın olduğum konusuna değinmek bile istemiyorum.''
''Ne desen haklısın...'' diye devam etti sözlerine. ''Kendimi savunabileceğim hiçbir şey yok.''
''Gerçekleri ne zaman söylemeyi planlıyordun baba? Üniversiteyi kazanınca mı? Evlenince mi? İlk çocuğum doğduğunda mı? Ya da... Hiçbir zaman mı?''
Babamın verdiği tek cevap; sessizlikti. Onun susuyor olması sinirlerimi daha çok geriyordu. Anladığım bir gerçek vardı ki, eğer şans eseri öğrenmemiş olsaydım hiçbir zaman kimin çocuğu olduğumu bilemeyecektim. Babam benden çok şey çalmıştı. Benliğimi, hem biyolojik hem beni evladı gibi seven annelerimi, geçmişimi, geleceğimi...
Elimde ne var ne yoksa hepsine hükmediyordu.
Çantamın sapını kavrayarak iri adımlarla yanında uzaklaştım. Beni durdurmadı, seslenmedi veya çabalamadı. Ona arkamı dönüp gitmek, kalbime ağır bir yükün çöreklenmesine sebep olmuştu. Okula gelene kadar sadece yürüdüm. Zihnimi düşüncelere kapattım, çünkü işin içinden çıkmaya çalıştıkça daha çok batıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kayıp Hayatlar Senfonisi
Teen FictionYalanlar üzerine kurulan hayatlar; ne kadar çok yalan varsa o kadar çabuk yıkılır.