"Daha iyi misin?"
Olduğum yerde usulca kıvranarak kafamı ona doğru çevirdim ve gözlerim kapalı, mayışık bir şekilde kafamı salladım. Yatak oldukça yumuşak ve genişti.
Kendimi o kadar boş hissediyordum ki, o an biri damarlarım da akan kanı dökse acısını hissedemezdim. Rüzgârlı bir havada içilen sigaranın külü gibi hissediyordum. Her acıya göğüs gererken her seferinde paramparça olup, başka bir yerde tekrardan diriliyormuş gibi...
Uçurumdan atlamıştım. Fakat yere çakılmamama rağmen acı hissediyordum. Bunu fiziksel bir acıya indirgemek imkânsızdı. Ruhun acısını dindirebilecek bir morfin yoktu.
Kafamda dönüp dolaşan benzeri düşünceler uykumun önüne bariyerler dizdiğinde istemsizce gözlerimi araladım.
İlk gördüğüm şey, yere kadar uzanan beyaz tül perdeydi. Sade fakat ihtişamlı bir görüntüsü vardı. Perdenin arasından gördüğüm kadarıyla ya akşam oluyordu, ya da gün ağarıyordu. İki seçenekte beni dehşete düşürmüştü çünkü neredeyse bir gecedir eve gitmemiştim.
Gözlerim irileşmiş, dudaklarım istemsizce aralanarak nefes almama yardımcı olacak bir pozisyona gelmişti. Ani bir hareketle yataktan kalktığımda beş, altı saniyelik bir baş dönmesi yaşadım. Başım feci hâlde ağrıyordu. Sendeleyerek odanın içinde dolanmaya başladım.
Kahverengi, üzerinde boy aynası olan bir gardrop hemen yatağın önündeydi. Ufak bir masanın üzerinde içi suyla dolu bir sürahi, bardak ve bir paket ilaç görünüyordu. Aklıma gelen şeyle odanın içinde dönmeye başladım. Saatin kaç olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Dikkatle duvarları incelediğimde yattığım yatağın bulunduğu duvarda eski fakat oldukça şık altın renginde bir saat gördüm.
Ve saat beşe geliyordu. Hâlâ akşam üzeri mi, yoksa sabaha doğru mu olduğunu çözememiştim. Dikkatle odayı incelemeye devam ettiğimde ağzımın tamamiyle kuru olduğunu hissettim. Az önce gördüğüm sürahiye doğru adımladım ve bardakla beraber elime alarak yatağa tekrar oturdum. Dibi turkuaz mavisi olan su bardağına suyu doldurdum ve tek nefeste içtim. Bardağı, sürahiyle beraber yatağın yanında ki iki çekmeceli şifonyerin üstüne koydum ve tekrar ayağa kalkarak kapıya doğru ilerledim. Kapının kolunu sessizce indirerek karanlık koridora adımladım.
Ellerimi duvarlar da gezdiriyor, düşmemek için âdeta savaş veriyordum. Koridorun sonunda parkelerden yansıma yapan ışığa doğru adımlamaya başladım. Ayağımın altında yumuşak iplikten dokuma bir halı vardı. Dar ve karanlık koridorun sonuna geldiğimde sağa döndüm ve perdesi çekili cama doğu adımladım.
Burası bahçeyle, kapı önünü gösteren tek pencereydi. Uzaktan gelen birkaç araba sesinden başka bir ses duyamıyordum. Demek ki sabaha doğruydu.
"Uyanmışsın?"
Kulaklarıma dolan sesle irkilerek arkama döndüğümde karışık saçları ve kanlanmış gözleriyle bana baktığını gördüm. Altında ki lacivert eşofman ve üstünde ki gri tişörtle tam pazar kahvaltılarında sucuklu yumurta yiyen babalara benziyordu.
Aklımdan geçen bu düşünceye gülmemek için dudaklarımı ısırdığımda tek kaşını havaya kaldırarak dudaklarını araladı?
"Ne geçiyor kafandan?"
"Hiçbir şey." dedim kendimi toparlayarak. "Ne zamandan beri buradayım?"
"Daha yeni sabah oluyor."
Kafamı onaylarcasına sallayarak saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Evde kimse yok mu?"
Kafasını ağır hareketlerle sağa sola sallayarak kolunu kaşıdı. "Aç mısın?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GUFRA
Mystery / ThrillerKaranlık ruhlarını bilinmezliğe adayan, geçmiş gibi geleceklerinin de kaybolduğu odalarda yaşamını devam ettiren iki yaralı ruh.