"Paranoid Sorgu"

2K 162 44
                                    

Adım Pamir. Pamir Berk. Bakmayın ismimi şimdi böyle kolay söylediğime. Ara sıra hatırlamak için kafamı duvarlara vuruyorum. Şu an iyiyim. Yani öyle hissediyorum. Hatta soğukluğu da hissedebiliyor ve nefes aldığımı duyabiliyorum. Buraya nasıl geldiğimin dışında her şeyi net hatırlıyorum.
Kafamın arkasından enseme doğru inen bir sıvı var. Zamanla kuruyor. Elimi atıp, yarı uzamış tırnaklarımın ucuyla kazıdım biraz. Tırnaklarımın arasını kırmızı kabuklar sardı. Kokladım. Kan kokusu bu. Muhtemelen buraya getirilirken oldu. Anlaşılan epey zorlanmışım gelirken. Önemli değil. Yalnız epey insaflıymış zorlayan. Ben olsam bu kafayı paramparça ederdim çoktan.

C ·208
Burası herşeyin başlangıcı...

“Başkomiserim içeriye aldık, sizi bekliyorduk.”
“Tamam Rüstem! Bir bardak çay yollasana, büyük olsun.”
Bu sesler dışarıdan geliyor. Etrafa bakacak olursam galiba bir sorgu odasındayım. Ama ne işim var benim burada? Ahh, tam bu anda kafam sızlıyor işte. Pansuman yapmışlar. Ayak sesleri gitgide yaklaşıyor. Biri kapıyı açıyor ve içeriye sağ elinde dosyayla orta boylu, kirli sakallı ve belinde silahıyla bir adam giriyor. Görünüşe göre polis olmalı. Dosyaya bir iki defa göz attıktan sonra bana bakarak: “Pamir Berk! Merhaba, ben Cinayet Şube’den Gazanfer Mercan. Memnun oldum tanıştığımıza ama keşke başka türlü olsaydı. Arkadaşlar biraz hırpalamış seni.”
Ne diyor bu adam? Ne cinayeti, ne şubesi? Ben bu tür lafları en son lise yıllarımdaki romanlardan duymuştum. Şimdi karşımda basbaya bir dedektif var.
“Sen hala şoktasın herhalde, o yüzden mi böyle suskunsun? Sakin ol, rahatla. Ben çay istedim. Hem de büyük bardak biliyor musun? İstersen sana da isteteyim. Ama sana küçük bardak yollatırım.” Son sözünü söylerken gülüyor.
“Hayır, sağ olun.” Uzun zamamdan beri ilk kez konuşuyorum. Daha sonra masanın etrafında bir süre dolanarak söze başlıyor: “Ne demek! Şimdi bak. Benim niyetim senle burada diğerleri gibi saatler veya günler geçirmek değil. Efendice anlat sonra sen yoluna ben yoluma. Ha, ama senin yolun bok yolu gibi görünüyor.” Kahkaha patlatıyor sonunda. İyi de bunların hiçbiri komik değil. Neye gülüyor bu adam? Epeyde iyi davrandı şimdiye kadar. İyi polis ayakları mı yapıyor acaba? Hiçbir şey anlamıyorum.
“Pardon. Bir yanlış anlaşılma mı var acaba? Neyi anlatmamı istiyorsunuz?”
“Var, var. Bir yanlış anlaşılma var Pamir.”
“Anladım. O zaman serbest bırakırsanız sevinirim. Çünkü işlerim var da halletmem gereken.”
“Tabii. Hemen salalım sizi. Elinizi kolunuzu sallaya sallaya çıkabilirsiniz diyelim. Siz de o sürede dışarı çıkıp bir adam daha öldürün değil mi? Ne güzel ya.”
“Siz neler diyorsunuz Gazanfer Bey?” İşte tam da bu anda o iyi polis maskesini çıkartıyor.
“Ne Gazanfer Bey’i lan! Başkomiserim diyeceksin!”
“Tamam Başkomiserim de, ne yaptım ben? Beni neden burada tutuyorsunuz?”
“Oğlum bak bırak artık bu soğukkanlı ayaklarını. Anlat anlat.”
Elini durmadan masaya vuruyordu ve bu beni çok tedirgin ediyordu. Ne diyeceğimi, ne düşüneceğimi bilmiyordum. Saatin kaç olduğundan bile haberim yok. Ne işim var burda? Tepemde bir lamba. Karşımda sinir küpü bir Başkomiser ve önümde bir masa. Ne yapmış olabilirim buralara kadar gelecek?
“Lan bana bak! İstersen sabaha kadar konuşma. Ben eninde sonunda konuştururum. Sabaha kadar konuşmazsın ama yarın akşama kalmaz konuşursun. Buradan konuşmadan çıkamayacaksın bunu unutma! O yüzden şimdi uslu uslu dökül ki kendini yıprattırma.”
Galiba ben kafayı yiyorum yine. Ama bunların hepsi gerçek. Adam benim ne anlatmamı bekliyor? İkimizin ortak olarak bildiğimiz bir konunun olduğundan bile şüpheliyim. “Bakın Başkomiser’im. Yemin ederim dediklerinizden hiçbir şey anlamıyorum. Neyi anlatacağım? Ne zaman tutuklandım? Bu odada ne işim var? Neler oluyor, bilmiyorum.”
“Anlaşıldı. Seninle daha sert konuşacağız. Tatlı dilden anlamıyorsun.”
Ceketinin sağ cebinden bir fotoğraf çıkarıp masaya sert bir şekilde vurdu. Fotoğrafta kumral, beyaz tenli güzel bir kadın vardı. Ancak bu fotoğraf bana hiçbir şey anımsatmıyordu.
“Bu fotoğraftakini benden daha iyi tanıyorsun. Hiç öyle bakma. Nehir Kurtalan. Dün gece dokuz yerinden bıçakladığın ve bizim de sabaha karşı cesedini bulduğumuz kadın. Oğlum, kurtuluşun yok senin. Bitti işin. O yüzden anlat da bir an önce şu eziyetten kurtul. Yoksa…”
“Başkomiser’im, bakın belki size saçma geliyor olabilir ama ben bunların hiçbirini hatırlamıyorum. Hele de şu önüme koyduğunuz fotoğraf. Ben niye bir insanı öldüreyim? Hele de bir kadını! Benim ne işim olur bu işlerle?”
“Onu bize sen söyleyeceksin işte. Gecenin bir yarısı gidip, kadının kapısını çalıyorsun. Kadın sana kapıyı açıyor ve içeri giriyorsun. Bir süre oturuyorsunuz ya da artık ne yapıyorsanız aranızda bir tartışma çıkıyor. Hiç merak etme tanıklarımız da var. Komşular sizin bayağı hararetli tartıştığınızı duymuş. Birşeyler de kırılmış. En sonunda da bıçakla ardarda vurmaya başlıyorsun gencecik kadına.”
“Başkomiser’im neler diyorsunuz? Bunların hepsini ben mi yapmışım? Lütfen, istiyorsanız geçmişimi araştırın. Hayatımda karınca incitmemiş insanım, niye böyle bir şey yapayım.”
“Kes lan kes! O kadarını akıl ettik herhalde. Araştırdık. Daha önce vukuatın yokmuş evet ama bir ara paranoid kişilik bozukluğu teşhisi konulmuş sana.”
“Evet. Lise yıllarımdaydı. Ama şu an bir rahatsızlığım yok.”
“Ee o zaman neden altı ay önce nöroloji servisine gidip hasta olduğunu söylemişsin? Oğlum manyak mısın sen?”
“Evet gittim. Çünkü sastayım ama kimse bana inanmıyor. O testler yanlış. Yani bir anda hafızam gidiyor ve o an ne yaptığımı, neler gördüğümü, ne söylediğimi hatırlamıyorum. Sonra tak diye geri geliyor hafızam ama öncesine dair bırakın ne yaptığımı, en yakından tanıdığım kişileri bile hatırlamak  epey zamanımı alıyor bazen. İyice paranoyak oldum. Hafızam kısa süreliğine yok oluyor. Hiçbir şey hatırlamıyorum.” Bunları anlatırken beni dinliyordu ama inanmadığını gözlerinden okuyabiliyordum.
“Sana bir şey söyleyeyim mi Pamir? Nedense İçimdeki ses diyor ki, lan bu Pamir ne zeki adammış. Altı ay önceden bir cinayeti kurguluyor. Ama hapse de düşmek istemiyor, tabii her katil gibi. O yüzden akl-i dengesinin yerinde olmadığını iddia ediyor. Böylece cezadan da kurtulacak.”
“İyi de Başkomiser’im, kendi ağzınızla söylediniz. Hasta olmadığımı söylediler işte. Öyleyse cinayeti işlemekten vazgeçerdim ama değil mi?”
“Neden vazgeçeceksin? Altı ay kurmuşsun kafanda. Boşa mı gitsin o kadar süre, o kadar çaba? Öldürmen gerekiyordu ve öldürdün.”
“Durup dururken bir insanı öldürme planı kurmak size mantıklı geliyor mu? Bakın, o zamanlar, yani hastaneye gittiğim dönem, çok ilerlememişti. O yüzden bir bulguya rastlamadılar. Fakat gitgide büyüyor ve bunu durduramıyorum.”
“Durup dururken olduğunu kim söyledi? İki yıl öncesine kadar berabermişsiniz. Yani yirmi üç yaşındayken. Üniversite son sınıftaydın değil mi o zaman? Epey de sürmüş ilişkiniz. Mahallelenin söyledikleri bu yönde. Sonra bu kızcağız ailesiyle Hollanda'ya taşınmış. Yalnızca bir yaş küçükmüş senden. Evlilik teklif etmişsin öğrendiğim kadarıyla, gitmeyip burda kalması için. Ama kabul etmemiş.”
“Hayır! Bunların hepsi yalan! Kim söylediyse, kim anlattıysa hepsi yalan! Benim öyle bir sevgilim olmadı. Ben bu fotoğraftakini tanımıyorum.” Avuçlarımın içi terliyordu. Kim, neden bana böyle bir iftira atsın?
“Peki, ya parmak izi? Özellikle vazonun ve bıçağın üstündeki? İstersen konuşmadan burada açlıktan geber, ama kurtuluşun olmayacak.”
“Parmak izi mi? Bıçağın üstünde mi?”
Başkomiser Gazanfer bir süre daha elindeki kağıtları inceledi. Duraksayıp yüzüme baktı, devam etti: “Bıçağın üstünde maktulün kanı vardı, sapında da senin parmak izin. Uğraştırma artık bizi, anlat da kurtulalım.”
“Ne anlatması Başkomiser’im?”
Gerçekten ben mi işledim yoksa cinayeti? Ama mantıksız, niye işleyeyim? Hem ben işlemiş olsaydım, oraya nasıl gittiğimi falan hatırlardım. Aa, ya da katil beni tanıyordu. Başkomiser Gazanfer kapıyı açıp, “Rüsteeem” diye seslendi.
“Oradan bir tam döner gönder bana, mayonez olmasın. Anlaşılan işimiz uzun.”

>>>>>>>>>>>>>>>>>>>> 2. Bölüm

C · 208 Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin