"Her Birini Tanırım, Hiç birini Tanımam..."

1.2K 124 17
                                    


Kafamı sert bir şekilde demire vurarak uyanıyorum. Bu nasıl bir acı? kafamın arkasındaki yara yetmiyormuş gibi bir de alnımı vurdum. Bir saniye, alnımı mı? Nereye vurdum? Nasıl? Neredeyim ben?

Bir süre etrafa bakındım ve gözlerimi tekrar yukarıya çevirdim. Ranzanın alt katında yatmıştım ve uyanırken kafamı çok sert bir şekilde çarpmıştım. Ne işim var benim burada? Her zamanki gibi bir hafıza kaybı ve kendimi yeni doğmuş gibi bir yerde bulmak... Çok sıkıldım bu durumdan. Kimse inanmıyor bana. En son ne yapıyordum? Hatırlamaya çalış Pamir. Hadi!
Galiba en son bir sorgu odasındaydım. Evet, evet. Bir sorgu odası. Beni cinayetle suçlayan bir başkomiser vardı. Neydi ismi? Hah, Gazanfer. Güzel Pamir, aferin, hatırlamaya çalış sonra ne oldu? Gözlerimi öyle bir kapatmışım ki bir ara göz kapaklarım yapışıp kalacak sandım. Sorgulanıyordum. İşlemediğim bir cinayetten suçlanıyordum. Ee sonra?
Sonrası işte… En son cezaevine gönderileceğimi söyleyip çıktı Başkomiser Gazanfer. Daha sonra genç bir memur. Onun ismi neydi? Neyse, ne yapacaksın ismini? Odaklanmaya devam edeyim. Geldi ve kelepçeleri taktı. Bir şeyler dedi de tam hatırlayamıyorum. Kafayı yiyeceğim. Ben, evet, ben de bir şey dedim. “Başkomiseri çağırın, anlatacaklarım var. Hatırladım”. Evet, işte bu kadar. İyi, güzel de ne anlattım ben? Şu an sanırım cezaevindeyim. Cinayeti mi üstlendim yoksa? Acaba, acaba... Kahretsin! En sevmediğim, ama en çok kullandığım kelime. Acaba...
“Allah kurtarsın kardeşim.”
“Kime? Bana mı dedi o?”
“Eyvallah abi.”
“Abi mi?” Masanın etrafında oturanlar kahkaha atıyorlar. Herkes bir şey söylüyor benim hakkımda.
“Matrak lan bu.”
“Oğlum ana okulundan mı getirdiler lan seni?”
“Aga süt çocuğu la bu, iki güne ağlar zırlar.” Üst üste kahkahalar...
“Uğraşmayın lan çocukla, hepinizin buraya girişini hatırlıyorum. Bir anlatırsam daha kimsenin yüzüne bakamazsınız.”
Son cümleyi söyleyen kişi susturuyordu tüm koğuşu. Belliki hepsinden eski ve hepsinden kıdemli bir abi. Yanıma yaklaşıyor ve karşımdaki ranzanın alt katına oturuyor. Bıyıklı, kısa saçlı, yaklaşık elli yaşlarında ve omzunda ceketiyle dolaşan biri işte.
“Allah kurtarsın evlat. Zor olur ilk gece. İyi bilirim. Ben yaşadım, buraya gelenlere de yaşatmadım. Merak etme, kimse dokunamaz sana burada. Güvendesin.”
“Teşekkürler. Ha şey, bu arada benim adım Pamir. Pamir Berk.”
“Pamir. Neymiş isminin anlamı?” diye sordu bıyık altından gülerek.
“Orta Asya'da yükseltisi yedi bin metreyi geçen yüksek dağlık külle.”
“Bak sen, sözlük gibi adamsın maşallah.”
“Genelde bana sık sorulan terimleri ezberlerim de.”
“Peki, Pamir. Benim adım da Eşref. Eşref Kovaçalı.”
“Memnun oldum.”
“Hayırdır? Ne işin var burada?” Pek de temiz bir gence benziyorsun.”
“Ben de bir bilsem. Neymiş efendim, bir kadını öldürmüşüm. İki gün sorguda kaldım. Hiçbir şey bilmediğimi, benim alakamın olmadığını söyledim ama dinleyen yok. Attılar içeri.”
“Öldürdün mü peki?”
“Hayır. Kesinlikle öldürmedim. Yani öldürmemişimdir.”
“Ne diyorsun oğlum? Açık konuşsana.”
“Şimdi benim durum şöyle. Ben hastayım, yani komiserin dediğine göre psikojenik füg deniyormuş bu hastalığa. Hafızam ara ara gidip geliyor. O an ne yaptığımı hiç hatırlayamıyorum. Hayali bazı karakterler görüyorum. Çoğu zaman gerçek sanıyorum.”
“Ee rapor çıkartsaydın.”
“Denedim, denedim de inanmadılar. Bir kaç tane test yaptırdılar sen hasta falan değilsin, bir şeyin yok dediler ve gönderdiler beni.”
“Bak sen şu işe. Ee seni nasıl yakalamışlar peki?”
“Hafızam yerine geldiğinde sorgu odasındaydım. Ondan öncesinde tek hatırladığım kahvaltı yapmamdı. Ama sorgu odasında bıçağın ve vazonun üstünde parmak izimin bulunduğunu söyledi komiser. Ve cinayet o bıçakla işlenmiş. Tartışma çıkmış ve vazo kırılmış. Güya vazoyu da ben kırmışım.”
“Allah kurtarsın, ne diyeyim ki? Çok zordur. işlemediğin bir suçtan yatmak.”
“Ya siz?”
“Yok ben işlediğim suçtan yatıyorum.” dedi gülümseyerek. Doksan ü.ç yılıydı yanlış hatırlamıyorsam. Bundan bir yirmi dört, yirmi beş sene kadar önce. Biz gençtik tabi o zamanlar. Ben, Fırat, Vural üç arkadaş ortaklaşa bir pavyon satın aldık. Sebahat diye bir kadın vardı, her cumartesi akşamları gelip şarkı söylerdi. Neyse gel zaman, git zaman biz bu Sebahat ile ilişki yaşamaya başladık.”
“Ee abi?” dedim karşımdaki adamın hikayesini merakla dinlerken.
“Bu Sebahat'e bir gün dedim ki, ne işin var senin bu sefalette? Başka iş mi yok? Bu da benim kardeşim var, çok hasta, acil ameliyat olması lazım diye cevap verdi. O an çok üzülmüştüm be Pamir. Neyse dedim ki ne kadar lazım? On bin.”
“On bin, bir de o zamanın parasıyla.”
“Aynen. Benim de ailem yoktu zaten, ben üç yaşındayken onlar mevta. Bir abim vardı. Beni o büyüttü. Bizim de kaldığımız bir ev, bir abimin arabası vardı. Gittim durumu abime anlattım. Abim önce inanmadı, oğlum kız sıkıyor senin yüzüne, sen de inanmışsın falan dedi. Sonra bir süre sessizlik oluşunca, sen gerçekten aşık mısın lan bu kıza? diye sordu. Evet abi dedim. Benim külüstür on bin etmez dedi. En fazla yedi bin eder. Evden de bir kaç parça eşya okuturuz, on bine tamamlarız dedi. Ben bu lafı duyunca öyle bir sevinçle abime sarıldım ki inanmazsın. Neyse gecenin bir yarısı Sebahat aradı. Kardeşimi acilen hastaneye kaldırdılar parayı bulamadım diye hüngür hüngür ağlıyor.”
Elindeki kalın tesbihi öyle bir sallıyordu ki Eşref abi. Resmen tecrübe kokuyordu.
“Ben de verdim hemen müjdeyi parayı buldum diye. Ragıp Abinin dükkanının oraya gel, ver dedi. Şaşırdım orada. Hangi hastane onu söyle, hemen oraya geleyim dedim zaman kaybetmeyelim diye. Kabul etmedi. Ağladı falan, tamam dedim sonuçta kardeşinin hayatı söz konusu. Götürdüm verdim parayı, hastaneye gelecem ben de dedim, ona da izin vermedi. İyice kıllanmıştım. Sonra sımsıkı sarıldı ve bindi arabaya. O son sarılmaymış işte. Ertesi sabah o karı Fırat'la beraber kaçmış. Biri çocukluktan mahalle arkadaşım diğeri ise aşık olduğum evleneceğim kadındı.” dedi ve o anları tekrar yaşar gibi ekledi: “Böyle bir acı yok be Pamir. Böyle bir yanma yok.”
“Ee peki abi buraya nasıl düştün?”
“Benim abim memurdu. Tayini nereye çıksa ben de onunla oraya giderdim mecburen. Sonunda doğup büyüdüğüm İstanbul'dan ayrıldım. Trabzon’a yerleşmiştik. Orada da kendime bir kitapçı dükkanı açtım, oturdum. Bir gün içeri bir aile girdi. Aile dediğim. Bir adam, bir kadın, bir de yeni doğmuş bir bebek. Ben tezgâhın arkasında kitap okuyordum. Bir ses geldi: “Suç ve Ceza romanı ne kadar usta?” Bu ses öyle bir tanıdık geldi ki. Kafamı bir kaldırdım. Karşımda Fırat ve Sebahat. Beni görünce şok oldular tabii. Fırat hemen dışarıya fırladı. Sebahat’in kolundan tutup dışarıya sürükledi ama Sebahat'in kucağında bebek olduğu için çıkamıyordu. Çekmecemdeki silahı aldığım gibi dışarı fırladım. Fıraat diye bağırdım. Bana döndüğü gibi sıktım iki tane göğsüne, sonra tüm şarjörü boşalttım. Niye biliyor musun? Çünkü bir mermi daha kalsaydı Sebahat'a sıkacaktım.”
“Vay be Eşref Abi. Hakketen çok büyük kazık atmışlar. Ama öfkeyi de yenmek lazım. Cinayet çözüm değil.”
“Değil tabii oğlum. Şu anki kafam olsa mutluluklar diler, yoluma devam ederdim ama o yaştaki adama çok koyuyor be.”
“Sen bakma buradaki adamların senle dalga geçtiğine.” dedi masanın etrafında toplanıp, muhabbet eden altı kişiyi göstererek.
“Hepsinin ayrı ayrı hikayesi vardır. Gizlemek için gülerler birbirlerine. Her birini tanırım, ama hiç birini tanımam.”

>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>







C · 208 Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin