NE ARIYORSAN İÇİNE BAK

63 1 0
                                    


Bu sözün anlamı ne kadar büyük. Bir o kadar da herkesin ağzında. Ne kadar basit geliyor kulağa değil mi? Neden bakmıyoruz o zaman? Bakıyorsak ne aradığımızı mı bilmiyoruz? Ne aramalıyız? Herkesin aradığı aynımı acaba? Sahiden ne arıyor insan? Daha iyi bir yaşam mı? Daha çok paramı? Daha fazla huzur mu? Daha sağlıklı bir yaşam mı? Bunların tümü olabilir mi? O zaman demek ki insanın aradığı tek bir şey yok. Ama ne arıyorsan içine bak sözündeki aranan şey sanki bunlardan farklı bir şey. Ben tespitte bulunmuyorum, bilimsel bir kanıtta getirmiyorum çünkü buna ne bilgim yeter ne donanımım. Ben sadece sesli düşünüp düşüncelerimi sabitliyorum şu anda. Belki yarın fikrim değişecek pek çok konuda ama en azından şu an ne düşündüğümü biliyor olmak beni rahatlatıyor. Bu soruyu başkalarına sormadan önce kendime sormanın daha doğru olduğu kanısındayım. Ne arıyorum? Evet. Kendi hayatımın farkına varmam uzun bir zaman aldı. Ailemle geçirdiğim zaman dilimi güzel bir rüyadan akılda kalanlar kadar ancak. Önümde bana örnek, durmadan çalışan , "dürüst" bir baba vardı. Her ne kadar fazla zaman geçiremesek te işlerinin yoğunluğundan dolayı , benim ondan aldığım pek çok değer olduğunu söyleyebilirim. Bir din eğitimi almasam da, ailemin din konusundaki tutumu benim Allah ve din hakkında inançlı biri olarak , ancak vasat bir bilgi donanımı ile büyümeme sebep oldu. Müzik, hayatımın neredeyse tamamını kaplayan bir olgu haline geldiği orta okul çağlarından bu yana, kendi kişisel gelişimimin oluşumunda, dünyaya bakışımın şekillenmesinde önemli bir unsur oldu. Sanatımla para kazanma ve yaşama katılma sürecimde ideallerim ; Benim o dönemlerde bulunduğum ortamların geçici basamaklar olduğunu ve daha iyi bir müzisyen, daha iyi bir sanatçı olmam için bu yolları aşmam gerektiği duygusunu verdi. Mutlu bir çocukluk ve mutlu bir gençlik yaşadığımı söyleyebilirim. Ne zengin, ne yoksul olmadan kendi ayaklarım üzerinde durmanın ve kendi kararlarını vererek yaşamanın mutluluğunu yaşadım. Hatalarımı belki defalarca tekrarladım. Bu hataların her birinde yeni sonuçlar çıkartarak geliştim. Beni ben yapan özelliklerin neler olduğu konusunu düşündüğümde on dokuz yaşlarımdaydım. Neydi beni ben yapan özelliklerim? Buna girmeden önce okul hayatımda benim dönüm noktam olan bir tanışmadan bahsedeyim. Felsefe. Evet ben bu dönemde bir öğretmenimin teşviki ile felsefeyi duydum ve tanımak istedim. Bu tamamen o yaşta kendini doğru ifade edememe, düşündüklerinin sadece senin fikirlerin olduğu ve seni kimsenin anlamadığını sanmak, bu tip düşünceler için "saçma sapan" düşünceler denmesi korkusunun yenilmesi demekti. Çünkü çok eski tarihlerden bu yana bu "saçma sapan " denmesinden korktuğum ve bana ait sandığım soruların, düşüncelerin sorgulandığını, üzerlerinde kitaplar yazıldığını fark ettim. İlk başta beni etkileyen, yaşımın da etkisi ile önemi büyük olan "Sevgi" soyutu ile ilgilendim. Bu herkesin ağzında olan kelime belki de insanlığın genetik şifresidir. Sevgiyi düşünmeye başladığımda sevginin sadece insan sevgisi olmadığını ve doğadaki her şeyin sevilebileceği konusunda düşünmeye başladım. Canlı, cansız her şey sevilebilir. Peki sevmek neden bu kadar önemli olabilir ki? Bizim bir şeyi sevmemiz halinde bizim sevdiğimiz şeyin bizi sevmesi gereklimi? Peki sevgi için bir karşılık gereklimi? Birinin bizi sevmemesi halinde de biz o birini sevemez miyiz? Demek ki sevgi karşımızdan beklememiz gereken bir şey değil. Sevgi sadece bize ait bir duygu. Arabamızı seviyoruz diye arabamızın da bizi sevmesi gerekmez. Bir insana olan sevgimiz bizim ona olan sevgimizdir. Sevgi o zaman bizde olan bir şeydir. Karşılıksız sevgi en bize ait sevgidir. Karşılık beklemek işin içine çıkar sokar ki, o zaman sevgi saf değil bileşim olur. Sevgi nasıl bir duygudur? Ne hissederiz sevdiğimizde? Neden severiz? Bu bir ihtiyaç mıdır? Karşılıklı olan sevgide bize ait olan sadece bizim sevgimizdir. Karşımızdaki kişinin sevgisi de kendisine aittir. Peki insan ilişkilerinde neden biz hep karşılık bekleriz sevgiden? Sevgi bizim içimizde her hangi bir şey için oluşan güzel duygular değil midir? Bu duygular sayesinde sevgimizi verdiğimiz şey daha değerli olmaz mı? Sevgimizi sunduğumuz insanı en az kendimiz, hatta zaman, zaman kendimizden çok korumak, kollamak, sevindirmek, mutlu etmek istemez miyiz? Bunları yaparken amacımız nelerdir? Neden sevdiğimizi korumak isteriz? Neden kollarız? Bu soruların cevaplarını düşünmek pek keyiflidir, ancak insanı götürdüğü yer toplumun pek çoğunun kesin ve kötü kanısı olan "bencilliğe" ulaştırır bizi. "Bencillik kötüdür", "Bencillik yapma" gibisinden her gün onlarca laf duyarız toplumda. Evet bence sevgi bencilce bir duygudur. Bencilce dir çünkü asıl amacı seven kişiye verdiği mutluluk hissidir. Bazı durumlarda sevginin mutsuzluk verdiği söylense de asıl mutsuzluk veren sevgi değil sevgiye karşılık beklemek ve bu karşılığı bulamamaktır. Severiz çünkü sevdiğimiz her ne ise ; Bu bir insan olabilir, bir bitki, bir eşya, bize bir tür haz ve mutluluk verir. Sevdiğimiz bir insansa ve o da sevgisini bize veriyorsa o zaman sevdiğimizden aldığımız mutluluk daha fazla olacak, o sevginin devamı halinde hayatımızın daha huzurlu olması ve bizim ruhumuzun güzellikler ile dolu olmasına sebep verecektir. Bunun için bilinç altımız sevdiklerimizi korumamızı, mutlu etmemizi, emreder.

İşte sevgi ile tanıştıktan sonra hayata bu pencereden bakmayı, öncelikle kendimi mutlu etmek için etrafımdakileri sevmeyi biriktirmeye başladım. Bu tabii ki sonradan edinilecek bir durum olmadığından bu tanışma vasıtası ile kendime bir yol çizmenin saçma olmadığını ispatlamış oldum. "Manevi değerlerin verildikçe artması" beni sanki bir hazine sahibi yapmıştı. Demek ki artık ben zengindim. Kendimi bu dünyadaki her şeye güzel bakar buldum. Bu biraz kapalı bir yaşam tarzı ve rahat denebilecek bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirmemden kaynaklı da olabilir. Pek çok sıkıntı ve zorlukla karşı karşıya kalarak büyümüş olsam belki bu düşüncelerin doğal olarak bende oluşması söz konusu olmayacaktı. Bu tarz bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirmemi şans ve aileme bağlıyorum. Aklımda bin bir soru oluşmaya başladığı için felsefenin sevgi alanından biraz dışarı çıkma ihtiyacı ile ailemden ve toplumdan öğrendiğim din bilgilerimi sorgulama korkumu yenmeye çalıştıkça karşıma pek çok kitap, düşünce adamı çıktı. Hepsi kendi içlerinde bir şeyleri ateşli bir biçimde mantık metotları ile savunuyordu. Sokrates ve Platon bambaşka bir çığır açtı bende. Beynimin hızlı çalışan bir makinenin ısınması gibi ısındığını hissettim. Doğru denilenin bazen yanlış olabileceği, çok net ve somut bir gerçeğin bile başka bir bakış açısı ile gerçekliğinin şüpheye düştüğünü fark ettim. O zaman kabuğumun çatladığını ve insanlarla tartışmanın kavga etmemek, aksine aklın tüm sınırlarını zorlamak ve inandığın şeyi ispat için karşındakinin anlayabileceği boyutta sorular sorarak onun sana ve senin sonuçlarına yaklaşmasına izin vermek olduğunu keşfettim. İşte o zamandan sonra kendi iç sesimi dinlemenin ne kadar önemli olduğunu, aklımın bana doğru dediğini kalbimin de onaylaması gerektiğini, her ikisinin sesini dinlemeye gayret ettim. Her zaman doğru sesi duyamasam da, doğru sonuçlara varamasam da bu benim kendime güvenimi sağlamıştır. Bu kendine güven ise olan biten her şeyin görünürdekinden başka bir sebebi olup olamayacağı konusunda düşünmeye sevk etmiştir beni. Birilerinin benim hakkımda söyledikleri varsa kötü sözlerin hangi şartlarda doğru olduğunu , hangi şartlarda benim bu hareket ve tavrımın onlara hakkımda kötü söz söylemelerine sebep olduğunu anlamama, gerçekten hata varsa bunun bir hata olduğunu ve beni bu konuda daha dikkatli davranmaya yöneltmiştir. Bu tutum ve tavrımda bulduğum haklılığı ise değerlendirip , nasıl olur böyle haksız bir duruma beni düşürür diye inceleyip başkalarının algıları hakkında fikir sahibi olmama yardımcı olmuştur. Hayatımın pek çok döneminde güzel olduğunu düşündüğüm, yaşadığım ancak sonucunda hiçte hoş olmayan durumlara düştüğüm de olmuştur. Pek çok olay vardır ki benim bunca çabama rağmen istediğim gibi sonuçlanmamış hatta pek çok kişi ve benim için de yıkım olabilecek sonuçlar doğurmuştur. Burada da keşfettiğim hayatın ben yaşadığım sürece tüm hızı ile kesintisiz olarak devam ettiği ve beni yepyeni seçiş ve vazgeçişlere sürüklediği gerçeğidir. Bu gerçeği fark etmem ise hayatta ki her şeyin bir bakıma bizim seçiş ve vazgeçişlerimiz sonucu hayatımıza yön verdiği, dolayısı ile her şeyin anında ve doya, doya yaşanmasının sizin olan, yaşayamadıklarınızın da sizin olmayan olduğunu anlamamdır. Demek ki sizin olanlar ile doya, doya yaşamalısınız. Siz varken her şey var ve siz varsınız, önem veriyorsunuz diye önemli. Bu sebeple ne aradığınızı bilmeniz çok önemli, aradığınız şey sadece sizi mutlu edecek şeyler ise, mutsuzlukların sizin olmadığını bilin. Mutsuzluklar size kendilerini zorla kabul ettirdiğinde ise mutsuzluklar ile nasıl mutlu olunur bunu sorgulayın. Hayatta pek çok mutsuzluk biz istemesek te kendilerini bize kabul ettirirler ve bu mutsuzluklar felaketlerle hayatımızı yıpratabilirler, ancak zamanda yaşamaya devam ettiğimizde bu mutsuzlukların yerini mutlaka yeni mutluluklar alacaktır ve bu mutsuzluklar hayatımıza yeni yönler vermemize sebep olabilecektir. Belki de bu felaketlerin yönlendirdiği yolun ilerisinde hiç bir zaman başka bir şartta karşılaşamayacağımız mutluluklar bizleri bekliyordur. İçinizin sesi sizi daima korumaya çalışır, yeter ki içinizin sesini dinlemeyi bilin ve öğrenin. Ne aradığını keşfettiğin anda, aradığı şeyi net bir biçimde kendi içinde bulabilir insan. Çünkü ne aradığını ve aradığın şeyin neye benzediğini bilmezse insan onu bin kere de görse tanıması mümkün olmayacaktır. 

DENEMELERHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin