DÜNYANIN YAŞAM ANLAYIŞI VE KAVRAM KARGAŞASI

46 1 0
                                    


Bir şeyleri okuyup bilmeye başladıkça bildikleriniz önce şüphe ile size karşı çıkıyor, ardından kendinize kanıtlar sunma ihtiyacı hissediyorsunuz. Elinizdeki kitaplar eğer belgeler içeriyor ise bu sefer biraz ikna oluyorsunuz ama bu sefer de nasıl oluyor da bu belgeler varken insanlar bu belgelerden yararlanıp gerçeği görmüyorlar? diye başka bir soru gündeme geliyor. Bu soru yine mantığınızın yardımı ile bir cevap buluyor. Düzen bu bilgilerin gündemde olmasını istemiyor bu sebeple gün ışığına çıkamıyor diyorsunuz. Ancak yeni bir soru geliyor akla peki, ya bu okuduklarım belirli şeyleri inkar etmek amacı ile yazılmış şeyler ise? Bu daha beter bir kaosa götürüyor insanı. Nereye kadar gidebilirim ki gerçeği anlamak için? Ben sade bir vatandaş olmaktan başka bir özelliğe sahip olmayan biri olarak ne kadar peşini kovalayabilirim gerçeğin? Bu çok mu gerekli ? Neye inanıp inanmamam gerektiğini bilmek beni rahatlatıyor mu? Eğer bu bilgiler gerçek ise koca bir yalan üzerine kurulmuş ufacık bir dünyada yaşıyoruz demektir. Eğer bu bilgiler yalan ise var olan düzeni küçümsemek için aklımın karışması bana ne kazandıracak? İşte kavram kargaşasına düşmek bu bana göre. Neden sorguluyorum ki hayatı? Tek sorgulayan ben değilim bunu biliyorum. Binlerce yıldır sorgulayanlar çıkmış. Ne geçiyor elime? Huzurum kaçtı. Mutluluk peşinden koşarken anlaşılmaz kişilik olmaya başladım. Bütün dünyanın büyük bir bölümü yanılıyor olabilir mi? Eğer yanılıyorlar ise bu yanılgı bilinçli bir plan ile mi yapılıyor? Amacı nedir? Güç, para, yönetme hırsı mı? Aklım bu sorularla her an karma karışık. Nedenini bilememek beni yoruyor. Neden bunları düşünüyorum? bunu hiç anlayamaz oldum. Ben çocukluğumdan bu zamana bir inanç ile büyüdüm. Bu inançlarım beni şekillendirdi. Bu inançlar ile mensup olduğum dini anlamaya çalıştım. Sevmeye çalıştım. Bu şekilde yaşadım. Gençken de sorular sordum ancak o zamanki bilgilerim ile sadece bu düzenin ilahi kısmını kısıtlı bir biçimde anladım ve akla uygun hale getirdim. Şimdi bana her şey bir karmaşa gibi geliyor. Aklım son derece karışık. Her olan bitenin benim dışımda, binlerce yıldır süre gelen bir planın parçası olduğunu düşünür oldum. Bunun için pek çok sebebim oldu. Öncelikle çok rahatsız olduğumu inkar edemem. Bütün bildiklerimin bir kurmaca, bir yalan olduğu düşüncesine kapılıp, tutunacak yerim kalmamış hissi ile sendeledim. Bu bahsettiklerim inanç ve din ile ilgili konulardır, ancak bununla birlikte yıkılan sadece din ve inanç olmadı bende. Bu beni dünyanın yönetimi ile ilgili planların ne kadar acımasız yapıldığını ve insanların ne kadar acımasızca, sadece güç, para ve iktidar uğruna diğer insanlara zulmettiklerini görmemi sağladı. Bu öyle bir gerçek ki biraz kurcalayıp, birkaç farklı şey okuyunca insanın bu gerçekleri görmemesi imkansız. Peki nasıl oluyor da benim gibi sade bir insanın az biraz gayreti ile bile görünen bu çıplak gerçek, dünyadaki diğer insanlar tarafından göz ardı ediliyor? İşte bu zaman da insan başka türlü düşünmeye zorluyor kendini. Ben mi yanlış şeylerin peşinden koşuyorum? Düzene karşı olan uydurmaları gerçek gibi görüp, başka bir düzenin düşüncelerini mi benimsemeye çalışıyorum? Her şey çok karmaşıklaştı hayatımda. Ben kendi doğrularımı ararken neyi ölçü alıyorum? Bu konuda şimdi biraz daha ayaklarım yere basıyor, çünkü benim bu soruları sorup şu anki düşünce halime gelmeme sebep olan, benim ve dünyanın taktir ettiği önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün de peşine düştüğü ve ciddi araştırmalar yaparak sonuçlar elde ettiği bir konu oldu. Ama öncesinde başka bir olay hayatımın akışını değiştirdi. Ben dinimi kendi anlayışına göre yaşayan biri olarak kendi dilimde ibadetimi yapıyor ve dinin gerekliliklerini mantığımın da bana ters düşmediğini söyledikleri ile yaşıyordum. Bu süreç içerisinde izlediğim bir belgesel her şeyi değiştirdi. Bu belgesel dünya düzenini nasıl ve hangi güçlerin ellerinde tuttuklarından bahsediyordu. Belli ki bunu bilerek ve kasti olarak halkların gözlerine sokmak için yapmışlardı. İlginç bir belgeseldi ve ilk cümlesi "Tanrı parayı sever" di. Bu bana çok itici geldi. Ne anlatmak istediği konusunda ön yargı ve şüphe bana bu belgeselin sonuna kadar izlememin kendi inancım açısından doğru olacağını hatta inancımı güçlendireceğini söyledi. Ancak belgesel hayatımda ilk kez duyduğum şeylerden bahsediyor, dinlerin insanları yönetmek ve diledikleri gibi şekillendirmek üzere planlanmış sistemler olduğunu kanıtlar sunarak anlatıyordu. Dinler öncesi yaşamdan, belgelerden örnekler sunmaya başladığında akla yatkın pek çok kanıtın, bulunması pek te zor olmayan şeyler olduğunu fark ettim. Peygamberlerin, yaşadıkları dönemlerden binlerce yıl öncelerinde kendi mucizelerinin ve neredeyse isim benzerliklerinin olduğunu kanıtlayan belgelerdi bunlar. Mitoloji hikayeleri olarak yazılı tarihe geçmiş şahıslar ve yaşam tarzları neredeyse bu peygamberler ile bire bir aynı idi. Hz. İsa'nın hiç yaşamadığını iddia ediyordu bu belgeseli hazırlayanlar. Bu kişi ile aynı özellikleri taşıyan binlerce yıl önce yaşamış ve belgelenmiş en az on iki kişiden söz ederek isimlerini ve yaşadıkları dönemi belgeliyordu. Bu modeller ile kurulan bir dini sistemden ve bu sistemin insanları nasıl yönettiğinden detayları ile bahsediyordu. Bu beni çok rahatsız etti. Hz. İsa'nın yaşamamış olduğunu kabul etmek demek, benim inandığım dinin peygamberi ve kutsal kitabının da bir düzen olduğuna inanmak demek oluyordu. Aklım bunun olma ihtimalini desteklese de, inancım ve o güne kadar olan dini bilgilerim bunun bir düzmece, bir yalan olduğunu, benim inancıma sahip çıkarak bu yalanı ortaya çıkartmam gerektiğini, aksi taktirde bir boşluğa düşüp, bu güne kadar tutunduğum ve hayatımı bu inancın düzeni içerisinde huzurla devam ettirdiğim dalın elimde kalması demek olacağını hissettim. İlk soru sahiden Hz. İsa'nın yaşayıp yaşamadığını sorgulamak oldu. Bilgisayar başına geçtim ve bunun yalan olduğunu öğrenmek için araştırmaya başladım. Beklediğim gibi olmadı maalesef. Bir çok dokümana ulaştım, bıkmadan usanmadan okumaya başladım. Hangi doküman güvenilir, hangisi taraflı bunu bilmek gerekmekte idi. Bu sebeple pek çok yazıyı tarafsız (aslında taraflı) olarak okudum. Bu arada gerçekten dinler ile ilgili bu güne kadar hiç duymadığım şeylerle karşılaştım. İnternetteki araştırmalarımın pek çoğu Hz. İsa'nın yaşamamış olduğunu söylüyor, bir kısmı bir değil iki Hz. İsa'nın varlığından bahsediyordu. Her şey daha da karıştı. Ama bir şey vardı ki o beni daha da ileriye götürmeye yönlendiriyordu. Pek çok şey yerli yerine oturuyordu. Felsefeye olan ilgim dolayısı ile gençliğimden bu yana okuduğum filozofların sözleri, anlatımları bana daha ilginç gelmeye başlamıştı. Her şey hala çok karmaşık ve sorular daha da çoğalmıştı. Bir gün, bana bu belgeseli izlememi öneren arkadaşım, eşime, benim Atatürk'e olan ilgimi ve sevgimi bildiği için, elinde Tahsin Mayatepek'in Atatürk'e yolladığı mektuplar olduğunu ve dilersem onları bana gönderebileceğini söyledi. Bu mektuplar Mu kıtası diye bir kıtadan ve dünyanın pek çok yerinde Türkçe kelimelerin olduğundan bahsediyormuş. Bu kadar bilgi bile benim içinde bulunduğum ruh hali içinde merak uyandırdı. Mu kıtasını, Atlantis'i duymuştum, ancak bunlar mitolojik yerler ve hayal ürünü diye düşünmekteydim. Arkadaşımız bize bu mektupları gönderdiğinde ise artık ok iyice yaydan çıkmıştı. Ben her satırını okudukça hayretim bin kat arttı. Bu mektupların içeriğini burada anlatacak değilim, keşke anlatabilsem ama şu var ki; Mustafa Kemal Atatürk bu mektuplara dayanarak, mektuplardaki içerikleri ve Tahsin Mayatepek'in ilettiği kanıtlara güvenerek Türk dil kurumu ve Türk tarih kurumunu kurdu ise demek ki bu bilgilerin doğruluğuna güvenmiş olmalı. Bu mektupların içeriğinde M.Ö 70.000 yılında 65 milyon insan ile bir gecede batan bir kıtadan, bu kıtanın geçmişinin M.Ö. 200.000 yıl olduğundan, dilinden, dilinin Türkçe kelimeler içerdiğinden bahsetmekte ve önemli bir isim vermektedir. James Churcward. Bu kişi hayatının 50 senesini Mu kıtasının ve o kıtadan dünyanın çeşitli yerlerine yayılan Mayaların dillerini çözmekle geçirmiş. Bu konu ile ilgili kitaplar yazmış, belgeler yayınlamış bir bilim adamı. Atatürk bu kişiyi davet etmek istemiş ancak, çok kısa bir süre önce hayatını yitirdiğini öğrendiğinde, Tahsin Mayatepek'e bu kitapları alması için kendi cebinden para göndererek kitapları edinmiştir. Bu kitapların tercümelerini, çok kısa bir süre içerisinde yaptırmış ve okumuştur. Bu bilgileri okurken hayretten hayrete düşüyordum. Atatürk ile aynı belgeleri okumak bile benim o belgeleri okuma hevesimi arttırıyordu. Mu kıtasını, buradan göç eden mayaları, bunların uzantısı olan atalarımızı anlamak, hatta yunan alfabesinin yukarıdan aşağıya Mu'nun batışını anlattığını görmek, mısırın birleşmeden önce, yukarı mısır ın Mu, aşağı mısırın Atlantisliler olduğunu öğrenmek. Bunlara ait taş tabletlerin varlığını fotoğraflar ile görmek beni bu konuda aşırı meraklı yaptı. O mektuplarda Tahsin bey her öğrendiği bilgiyi (Bu arada Tahsin Mayatepek'i Atatürk Mexico büyük elçisi yapmıştı.) Atatürk'e saygılı, bazen korkan ifadeler ile ulaştırıyordu. Kimi zaman Türkçe ile ilgili maya, mu ve diğer dillerde bulduklarını neşe ve heyecan ile Atatürk'e anlatırken, kimi zaman Atatürk'ün kızacağını önceden sezerek aflarına sığınarak bilgileri kendisine aktardığını söylüyordu. Neydi çekindiği? Tahsin bey, James Churcward'ın ortaya koyduğu, taş tabletlerden okunan yazıları tercüme ederek kanıtladığı şeyleri anlatmak ve Atatürk'ün bilgisine sunmak istiyordu. Bu diller haricinde iş Mu sembollerine gelince, bu sembollerin çok tanıdık olmaları, hatta geçmişten günümüze hayatımızı etkileyen dini sembollerin Mu sembolleri olduğunu anlatıyordu. Haç'ın mudaki anlamını ve hristyanlık ta kullanılan çeşitli haçların aslında Mu nun değişik bilgiler içeren ezoterik sembolleri olduğunu, yukarı bakan üçgenin anlamını, Aşağıya bakan üçgenin anlamını (Masonluk işareti olarak bilinen). Birbirine geçmiş iki üçgen in (musevilik sembolü) anlamlarını içeren taş yazmalardan fotoğraflanmış çizimleri de mektuplarına ekledi. Mu kıtasında yaşayanların tek tanrı inançları olduğunu ve bununla ilgili bilgileri de Churcward'ün kitaplarından notlar olarak Atatürk'e iletti. Güneş'in Mu sembolü olması Atatürk'ün Türk dil kurumu nu kurduğunda dilimizi Güneş Dili olarak belirlemesine sebep olmuştur. Ancak burada bu bilgilerin yanında Tahsin beyin çekinerek anlattığı bir bölüm benim üzerinde düşündüğüm konuya işaret etmekte idi. Yine bu taş yazmalarda Mu kıtası anlatılırken Mu kıtasından, bütün kutsal kitaplarda anlatılan Cennet tasfiri "Altından ırmaklar akan..." diye başlayan şekilde bahsediliyordu. Bu tek tanrılı din öğretisi ve ibadetleri bizim kitaplı dinler dediğimiz dinler ile neredeyse temelde birebir aynı idi. Hz. Musa nın bu öğretiye sahip bir kişi olduğu ve bozulan Mu tek tanrı inancını yeniden öğretmek üzere ortaya çıkmış olacağını kanıtları ve belgeleri ile Chrcward kitaplarında belirtmişti. Bu bilgilerin her kes tarafından bilinen gerçekleri dışında, Mu dan başlamak üzere, Atlantis ve Mısır da gizli tutulduğu, bu ileri medeniyete sahip toplumların tanrı sırları ve bilgilerinin kötü ellere geçmemesi için seçilmiş kişilere insiye yolu ile öğretildiği ve büyük sırların ki ; bu sırlar şu anki aklımızın alabildiğinden daha ileride bir algı ile, ancak yeterli bilgi ve gerekli derecede eğitim ile bu kişilere verildiğini anlatmaktadır. Hz. Musa nın bu bilgilere sahip bir insiye kişilik olduğunu ve halkına, toplumuna bu bilgileri yeniden vermek üzere ortaya çıktığını anlatmaktadır. Hatta bu mektuplarda Tahsin bey Hz. İsa'nın da bu Mu tek tanrı bilgisini yaymaya çalışan bir insiye rahip olduğunu bildirmiş ve son sözleri olan sözleri yazarak (Churcward'ın kitabından) Bu sözleri Maya dilinde tercüme etmiştir. Bu son sözler Hz. İsa'nın havarileri tarafından ezberlenmiş ancak anlamları Latince ye benzetilerek tanımlanmış, ölüm öncesi bir sayıklama olarak dini tarihe geçmişti. Churcward bu sözleri maya dilinde tercüme ettiğinde "Gözlerim kararıyor her şeyin sonu geldi" dediği ortaya çıkmaktadır. Bu ispata göre içim biraz rahatlamış, Hz. İsa'nın yaşadığı konusunda bir kanıta ulaşmıştım, ancak her şey boyut değiştiriyordu. Mektupların devamına gelince Tahsin bey iyice endişelenmiş olmalı ki ; Atatürk'ün affına sığınarak Hz. Muhammedin de sanıldığı gibi okuma yazması olmayan biri olmadığını aksine hayatının 30 ila 40 yaşları arasındaki bölümünde bu bilgileri Mısır ve Himalaya manastırlarından aldığının kuvvetle muhtemel olduğunu belirtmektedir. Bunu söylerken mutlaka bir kanıta ihtiyacı olduğunu bilerek Kuranda sure başlarında teşkil eden (Ta-Ha) (Ya-Sin) (Ta-Sin) (Ha-Mim) gibi kelimelerin anlamlarının olmadığının bilindiğini, ancak bu kelimelerin Mu dilinde olup, Kuranda bu başlık altında bulunan ayetlerin, başlıktaki içeriği anlattığını gösteren kanıtlar sunmuştur. Örneğin (TA-Yıldızlar, HA- Su) yani (Su ihtiva eden yıldızlar)

DENEMELERHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin