EN BÜYÜK KAVGA

57 3 0
                                    


Sanıyorum insanın en büyük kavgası kedisi ile olan kavgadır. Ne amasız bir savaştır bu. Yapmak istedikleri ile yapamadıkları arasındaki çelişkili durumlar, isteyip te olamadığı kişilik, nasıl başka başka hayatlar yaşamaya iter insanı. Bizim hayatımızın, seçimlerimizin sonucu bizim olduğunu bilmemiz, bizi daha da yorar zaman zaman. Neden bu yaşamı seçtik? Neydi bizi bu yaşamı seçmeye iten şeyler? O zaman iyi idi de şimdi neden iyi gelmiyor bize? Eğer şimdi iyi gelmiyorsa neden değiştirmek için çaba sarf etmek yerine içimizde sıkıntı yaratmasına ve sürmesine müsade ediyoruz? Hayatta her şey zaman içerisinde değişikliğe uğruyor elbette. Düşüncelerimizin de değişikliğe uğraması bu sebeple çok normal ama yine de içimizde bir yerlerde bir kavga var. Bu kavga elimizde olan ve bize ait olanları korumak ve yerine gelmesini istediğimiz şeyler için içimizde yer açmak veya açmamak için verilen kavga. Neden isteklerimiz bizi mutsuz ediyor geçen zaman içinde? Kendi ellerimizle kurduğumuz yaşam neden bize bazı zamanlar zifiri karanlık dehlizleri olan hapishaneler gibi geliyor? Dört duvarını kendimizin ördüğü bir hapishane hem de. Bir vuruşla yıkabileceğimizi bildiğimiz duvarları olan ancak fiske vurmaya korktuğumuz bir hapishane. Yıllar bize o duvarları örmemiz için malzeme verdi, verdi de bu malzemeyi kendi hapishanemizin duvarları için kullanmaya başladığımızda aklımız bize hapishane değil, pembe panjurlu bir ev yaptığımızı söyleyip durmadı mı? Evet pembe panjurlu ev yaptık bunu iyi bilerek ve bundan keyif alarak oluşturduk evin duvarlarını. Peki sorun ne? Neden içimizde başlayan kavga? Hangi konudan bahsediyorum diye düşünebilirsiniz. Hayatın her alanından bahsediyorum. Örneğin iş. Okula gidip bir şeyler öğrenmek, meslek sahibi olmak için çekilen sıkıntılar bile ilerideki pembe köşkümüzün arsasını almamız gibi bir durum değil midir? Bu arsanın üzerine inşa etmeye başlamaz mıyız her şeyi? Her bir kariyer bir tuğla gibi eklenmez mi o eve? Yükselme hırsımız, yaşam mücadelemiz ve etrafımızda ki insanlarla olan ilişkilerimiz o pembe evin kara duvarlarının örülmesinde ne de hızlı yardımcı oluverirler. İş hayatımızda yaşadığımız şeyler bizim olan "ben" den neler götürür neler. Elbette ki götürdüğünün yanında bize getirdikleri de hatırı sayılır derecededir. Ama bizden giden ruhumuzun özgürlüğü değil midir? Ruhumuzun özgürlüğü her tuğla da biraz daha fazla gölgede kalmaz mı? Evet gölgede kalır ama o gölge alanın etrafına örülen tuğlalar bizi güvende hissettirmez mi? Ettirir elbette. Ettirmese neden örelim o tuğlaları? O zaman demek ki özgür ruh değil güven peşinde yaşıyoruz hayatımızı. Güven özgür ruhtan daha önemli bizim için. Hem özgür ruha sahip olup hem de güvende olamaz mıyız? Güvende olmamızı sağlayan her şey korunmak isteğinin bir beklentisidir. Neden korunmak? Nasıl korunmak? Özgür ruh aklına uymayan bir şey için ruhunun derinliklerinden geldiği gibi davranmayı seçer ve bu davranış iş dünyasında hoş karşılanmaz davranışlar gibi algılanırsa bu işte başarısızlık getirebilir, başarısızlık hayatı devam ettirmek için gereken kazancı azaltır ve kazancın azalması özgür ama aç bir yaşamı seçmek demek olabilir. Bu davranışların sonucu başımıza gelebilecek her şeyden kendimizi uzak tutmak ruhumuzun özgürlüğünü kısıtlamak yolu ile bir korunma iç güdüsü halinde bizde vardır. Biz bir süre sonra kendimizi güvenli hissedeceğimiz bir sürecin içerisinde buluruz. İşte bu süreç pembe panjurlu evimizi kabullenme sürecimizdir. Bu artık bizim kaçınılmaz sonumuzun bir başlangıcıdır. Nedir kaçınılmaz son? Sen biraz kendin için ama fazlası ile başkaları için yaşamak zorundasın.

Her alana uygulamakta fayda var bu benzetmeyi. Evli iseniz aileniz için yaşamaya başlarsınız. Çocuklarınız için. Kendi özgürlüğünüzün anlamı hemen hemen yoktur. Peki bu kadar çok mu önemli özgürlük? Ne istiyorsun ki özgürlük adına? Cevap mı bekliyorsunuz? Bugün ne yapmayı isteyip de yapamıyorsam elbette onları istiyorum. Peki seni tutan nedir? Çok istiyorsan yap. Elbette çok istiyorsam yapacağımı bildiğim şeylerin ne olduğunu biliyorum ancak çok istediğim şeylerin aslında istediğim şeyler olup olmadığından emin değilim. Çünkü bunu deneme şansım yok ve deneme sonrasında "Evet istediğim buymuş veya istediğim bu değilmiş" deme lüksüne sahip değilim. Bu durumda nedir seni sıkan? Beni sıkan ? Güzel soru. Bu sorunun cevabı sanırım Büyük kavga. Bu büyük kavgayı genellikle hepimiz içimizde yaşarız. Zaman, zaman ne işim var burada? Bu nasıl bir hayat? Ben böyle bir hayat mı yaşayacaktım der dururuz. Bu büyük kavga sanırım hiç bitmeyecek. Biliyorum ki asıl olan neleri yapamadığımızdan dolayı üzülüp sıkılmamız değil, neleri seçip mutlu olmaya çalıştığımız ve bunu nasıl elimizde tutacağımız konusundaki hassasiyetimizdir. Yani evet işimizden evimizden eşimizden sıkılabiliriz bu sıkıntı ruhumuzun derinliklerinde kendi elimizle oluşturduğumuz pembe panjurlu hapishanemizin kağıt kadar ince duvarlarını yırtma duygusu yaratabilir bizde. "Haydi yırt o duvarı" diyen sesin gücü ne kadar büyük olsa da o duvarı yırtamamak belki de bu durumdan memnun olduğumuzun bilinç altıdır. Belki de biz istediğimizi sandığımız şeylerin ne olduğu konusunda zaman, zaman çelişkili duygular içine girsek de içimizde bizi yöneten ve o duvarlarda özgürlüğün değil güvenliğin önemli olduğunu bilen diğer bilinç ağır basmaktadır. Belki de yaşama tutunmanın ve yaşamın zorluğunun farkında olmanın verdiği bir korku halidir bu duvarları yırtamamak. Belki de yeniden korkmadır. Belki de yeninin bilgisinin eskinin bilgisinden zayıf olma halidir bu korku. Mecbur kalma durumu haricinde insan ruhu yeniliğe çok çabuk uyum sağlayamaz gibi geliyor bana. Bu bizim yeni seçişlerimiz olmayacağı anlamına gelmiyor ama nelerden vazgeçeceğimizin bilinci bizi yeni seçişlerden zaman zaman alıkoyuyor olabilir. Bu da içimizde büyük bir kavgaya sebep veriyor. Yeneni de yenileni de "Biz" olan büyük bir kavgaya.

DENEMELERHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin