Daha domatesli protestolara dönüşmemişti, yanlızlığın en yüksek oktavını yaşadığı dönemlerde Roi. İçinde kopan fırtınalara gemi dayanmıyordu, gelen büyük bir yıkımla yok olmaya mahkum ediliyordu sanki -Mezopotamya gibi verimli- Hammurabi'nin gerektirdiği gibi.
Roi, daha gözünden yaş akıtmamıştı büyülü ormanlarda koşarken gözüne kaçan toz haricinde hiçbir canlıya. Kin ve nefreti ise bir türlü yakalayamadığı o çocukluk masumiyetinde yeşertmişti asırlık çınarların kökleriyle. En çokta kadınlardan nefret ederdi. Ne zaman bir kadın baksa dipsiz uçurumlar beslediği gözbebeklerine, memnuniyetle kabul edip mezeyi, kirli dudaklarıyla öperdi şeytanın kirli ellerini. Bir giren bin hüzünle içerdi aşk sandığı Jesus'un kutsal kan kasesini.
Sevmediği bir cadının üstünde saniyeleri sayardı da her gece. Saçları dağılmış kadın zevkten inlemekle meşgul ederdi kendini. Sonrasında ise oturup cam kenarına bir kadeh cin ile yazmayı ibadet saymıştı. Kimseye göstermeye cüret edemedi yüzyıllarca gözbebeklerinde birikmiş acıyı. Öyle bir acıydı ki grostonlarca gözyaşına sebebiyet verir, Nuh'u tekrar diriltirdi. Roi gibi acı çeken herkes bunu içine gömer, gömer de asırlarca mezar bekçiliği yapar içinde yeşerttiği kin ve nefret tohumlarına. Ne zaman acıları fışkırmaya kalksa bilir ki hicret edecek koskoca ülke, bu yüzdendirki kendine saklar acılarını, uzunca kirpiklerini gidilmemiş bir ülkede bırakıp, hep öyle aralardı tutkal sürülmüş gözkapaklarını...