I. Aşk tanımlanamaz.
İnsanın, varolduğundan beri en önemli uğraşı aşkı tanımlamaya çalışmaktır. Tüm edebiyat ve hatta sanat bu amaçla oluşturulmuş gibi gözükmektedir. Buna rağmen hâlâ aşkın ne olduğunu gerçekten bilen hiç kimse yoktur. "Aşk nedir?" sorusunun dünyadaki insan nüfusu kadar cevabı vardır dersek, fazla da abartmış sayılmayız. Çünkü aşkı tanımlamaya kalkışmak yalnızca aşk hakkında kişisel bir fikir öne sürmekten öteye geçemez. Bu deneme de bu tanıma dâhildir.
Tanımlanamayacak olan aşkın kendisidir; biz onu ancak ortaya çıkarttığı etkiler sayesinde ayırt edebiliriz. Bu yönüyle aşk, "ruh" kavramına benzetilebilir. Daha hiç kimse ruhun fotoğrafını çekebilmiş değildir; ama canlının da öylesine duran et bütünü olmadığı açıktır.
Aşkın tam bir tanımının yapılamamasının asıl nedeni kişisel olmasıdır. Deskriptif (tanımlayıcı) bir yaklaşım burada tamamen faydasız kalacaktır.
Aşkın tanımlanamama özelliği nedeniyle bu kavram suistimale de çok açıktır. İnsanlar - başta kendileri olmak üzere – herkesi yaşadıkları durumun aşk olduğuna inandırmakta oldukça başarılıdırlar; oysa aşk sanıldığı kadar sık ortaya çıkan bir durum değildir.
Bize düşen görev aşkın ne olduğunu anlatmak değil, onun bazı özelliklerini maddeler halinde gözler önüne sermektir.
II. Aşk mutluluk getirmez. Aksine mutsuzluğun peşine düşmektir.
En sık yapılan hatalardan biri aşkın amacının "mutluluğa ulaşmak" olduğunu sanmaktır. İnsanların büyük bölümü bunun gerçekten böyle olduğundan hiç şüphe etmez; ancak dikkatli bir bakış bile bunun aksini ispatlamak için yeterlidir. Ama önce şüphe etmek gereklidir. "Gerçeği arayanın yaşamında bir kez her şeyden gücü yettiği ölçüde kuşku duyması gerekir." [1]
Aşk hep sağ gösterip sol vurur; mutluluk amaçlıyormuş gibi gözükmesine rağmen tamamen mazoşistik bir olgudur.
Bu büyük çelişkiyi bir anda kabul etmenin kolay olmadığı doğrudur. Bu nedenle konuyu biraz daha açmakta fayda vardır.
Geçmişe, çevremizdekilere ve kendimize biraz dikkatli baktığımız zaman bir tek mutlu aşka bile rastlayamayız.
Leyla ve Mecnun birbirlerine kavuşamayıp çıldırmıştır, Ferhat ve Şirin'in de pek farkı yoktur. Bildiğimiz tüm aşklardan bize kalan yalnızca acıdır. Bütün aşklar "mutlu olmak için" başlanmış projeler gibi gözükmesine rağmen, bu projenin hiçbir zaman gerçekleştirilememiş olduğunu hiçbirimiz kabul etmek istemeyiz. Ama gerçek böyledir.
Aşkın amacının mutlu olmak değil acı çekmek olduğunu anladığımız – ve kabullendiğimiz – zaman aşkın ne olduğunu anlamaya çok yaklaştık demektir.
Aşkın amacı acı çekmek ise herkes neden aşık oluyor veya aşık olmak istiyor?! İnsan – sanıldığının aksine – hazza yönelik bir canlı değildir. En azından ruhsal olarak acıdan kaçarak hazza yönelmediğini, bunun tam tersini gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz.
İnsanlar mutlu olduklarında ruhsal doyuma ulaşamazlar, acının yarattığı doyum çok daha kuvvetli ve kalıcıdır. Bunun izlerini Uzakdoğu felsefelerinde görürüz. Nirvana'ya, yani sonsuz mutluluğa ulaşmak için birçok acı deneyim yaşamak gerekir. Kısaca, insan ne kadar çok acı çekerse, sonsuz mutluluğa o kadar çabuk ulaşır.
İnsanlar mutluluklarından hiçbir şey öğrenmezler, mutluluk çabucak yaşanır ve biter; geride soluk bir fotoğraf karesine benzer bir hatıra bırakır. Oysa acı kalıcı bir etkiye sahiptir, yaşanan acılar öyle kolay kolay unutulamaz! Mutlu olduğunuz anları düşünün ve anlatmaya çalışın, emin olun ki aklınızda pek fazla mutlu anınızın olmadığını hayretle göreceksiniz. Bir de acı hatıralarınızı düşünün, o kadar çok şey gelecek ki aklınıza siz bile şaşıracaksınız.