Eksik yanımızın varlığını dolu olan yanlarımıza inşa ettiğimiz gökdelenlerle gizlemeye çalışıyorduk. Daha az sokaklara çıkıyor, daha az bir parkta seyir halinde oluyorduk insanları, çocukları. Gitgide eksiliyordu kulak vermek iç sesimize, makinelerin sesleri dolduruyordu boşlukları. Daralan göğüslerimize bunun daha iyi geleceğini varsayıyor, üç maymunu oynamaktan çekinmiyorduk. Hayatın arka fonuna karakterimizle satın aldığımız güneş günler temalı perde ne kadar da uyduruk duruyordu öyle. Uzanmak her gece yatağa başlatıyordu gerçekleri vurmaya beynimizin duvarlarına, dindar olanlar tövbeler yağdırıyordu uykudan hemen önce biraz sarhoş, dindar olmayanlar ise bol bol sözler veriyorlardı kendilerine yarın adına. O kısa anda dahi tam anlamıyla dürüst olamıyordu yine de insan. Ah şu insan! Utanmasa kendisinden bile koşar adım kaçacaktı. Ertesi gün gökdelenlere bir kat daha çıkmak için uğraşacak olanlara selamlar olsun.
Gerçeğin zavallı egoların bile üstünde tutulması gerektiğini söyleyen Dostoyevski bile deneyimlemek için bu gerçeği, elbet örtmüştür zamanında kirin üzerine kilimi. Öyle bir yükseliş ki -gözü kapalı- hiç kimse fark etmez olup biteni. Tek gaye daha yükseğe ulaşmak olunca nasıl ulaştığın önemsizdir artık. Bir düşün… En yükseğe, zirveye ulaştıktan sonra… Ya sonra? Yalnızlık vazgeçilmez bir bağımlılık halidir artık. Evet, bir müddet sonra böyle hisseder insan. Artık bir şeyleri telafi etmek için çaba sarf eder. Bundan önce ise tutunacak her hangi bir şeyin ona iyi geleceğini düşünüp bodozlama atlar üstüne. Hatalar halka halka zincir olur da uzadıkça uzar. Yine de sonuçta en önemli amaç hayatta kalabilmektir değil mi? Size nefes almaktan bahsetmiyorum elbet. Yaşadığını hissedebilmek… Para! Buna yönelir insanlar, daha az sanata karşılıksız sevgi, daha az insanlarla karşılıksız mutluluklar edinir. Hayata öyle bir kapılır ki sürüklenip gider debisi yüksek bir nehirde. Ya da tam tersi. Bu da zirveye çıkarken kırdığın dallara bağlıdır, düşme ihtimalini aklının ucuna dahi getirmezler, düşerken tutunacak tek bir dal bile bırakmazlar geride.
Hayata dair kurulan tüm hayaller, kendi ayaklarının üzerinde durmaya mecbur olduğun bir döneme kadar umut saçar. Olmak istediğin ile olduğun çok uzak iki kıta olabilir. Yine de halinden memnun olmak, şükretmek, pişmanlığın üzerine narince pembe bir astar çeker. Bunun onlara kattığı hayat deneyimi bile onların kendini “Bilge” sanmasına yeter de artar. Sonuçta, “Düşmek acıtır, acı ise olgunlaştırır” diye düşünürler. Atladıkları bir gerçek var ise o da şudur: aynı hataları tekrar tekrar yaşamaktan çekinmezler, üstelik bile bile. Hal böyleyken acının da acının verdiği olgunluğun da gelip geçici bir durum olduğu aşikardır. Kalıcı olan izlerdir ve yapılan aynı hatada kirin üzerine kilim sermek…
- Elbette nasihati veren deneyimlemiş olsun, görsün, geçirsin de öyle konuşun değil mi? Hem kimmiş o boyu uzun benden ve kim sırtlanmış daha ağırını?!
- Görmemiş olman orada olmadığı anlamına gelmez ki. Güneş kimin önünde eğilirse onun gölgesi kendinden uzun olur elbet. İşte böylece o zincire halka eklemeye devam eder.
Raina’nın gidişinde Roi’nin ektiği tohumlar yeşermeye başlamıştı. Raina’dan başka biri fikri yerine bir bitkiyle yaşamak daha katlanılabilirdi. Roi’nin bir parkta oturup hemen yanı başındaki karınca yuvasından çıkan karıncalara dalmış olmasının nasıl bir anlamı vardı ki? İşte Roi için Raina’nın gidişi de aynı anlamsızlığı taşıyordu. Neden gitmişti ki? Neden zehirli sarmaşıkların odasını işgal etmesine müsaade etmişti Raina. Bu bir düş olmalı, düşüş bu kadar mı gerçekçi olmalıydı? Tutunacak tek bir dal dahi bırakmamıştı Roi. Raina ile bastığı tüm dalları kırmıştı ne de olsa.
Roi’nin tek korkusu; onda gördüğünü, ya bir başkası görürse ihtimali… Ya bir başkası görürse?