“Eski bir fotoğrafı bulur gibi, Antartika’yı tekrar keşfe çıkar gibi, gerçek değil, yine de canlıymış gibi. Üzerine yığdığı onca enkazın altından nasıl oluyor da burnu kanamadan çıkabiliyordu! Üstelik utanmasa kollarına alıp sıkıca saracaktı Katil’ini. Raina! Ne olmuştu da erimişti o buz dağı. Hangi meteor çarpmıştı beyninin duvarlarına. Yo hayır, bu imkansızdı. Ben kendi ellerimle gömdüm onu. Şahit gözlerim, öldü Raina. Bu onun kılığına girmiş bir melekbozan!” diye geçirdi içinden, uzanırken yatağının serin kenarına, kurt ulumalarının eşliğinde, derme çatma dağ evinde. İsrafil ikinci suru mu üflemişti yoksa? Belki de. İlk surda ölmüştü Raina oysa ve Roi’nin kıyameti o an başlamıştı zaten. İkinci de dirilmişti anlaşılan Raina. İlk surda öldürmüştü Roi, Adem ve Havva gibi daha ilk hatasında kovmuştu cennetinden. Sürgünlerdi dünya cehennemine. Nasıl bir azaptı bu böyle, kenetliyken ruhları birbirlerine. İrkildi Roi. “Hayır hayır! Defolup gitti işte. Bu surların kapıları çalan da kim böyle?” İşte tam bu anlarda surlarına hep bir kat daha çıktı izinsiz. Daha da sağlamlaştırdı duvarlarını. “Ah kafası karışanların Tanrı’sı, yardım edin!” diye mırıldandı. Roi sımsıkı sarıldığı inançlarından taviz vermeyecekti, veremezdi. “Af Tanrılar’ın ürünüydü.” Ah’larla geçecek bir af en son istediği şeydi zaten. Kandırıyor muydu kendini? O da özlememiş miydi saçlarını, gözlerinin rengini, o ürkek sesini. Sigarasından çektiği dumanı havaya salarken yüzü şaşırmış bir hal alıpp “Acaba neydi gözlerinin rengi?” dedi. Gelişi ve gidişi bir olur muydu acaba Raina’nın? O zaman hiç zahmete girmez, kaldığı yerden devam ederdi cehennemine. Hem yapacakta bir sürü işi vardı Raina’nın. Giderdi, giderdi. Gitmeyi tatmıştı bir kere, bilir artık o da nasıl bir zevk olduğunu, giderdi elbet. İnanamıyordu artık o ölümsüz aşkı taşıdığını zayıf göğüs kafesi. Titrek bir cerraha göğsünü yararak vermişti kristal kalbini bir kere. O cerrah kristal kalbin gücüyle ilan etmişti Kış Prensliğini. Üstelik tanımazken daha ilk sahibini. İşte bu yüzden Roi için af tanrıların ürünüydü artık. Raina, Roi’yi affetmişti. Gülümsedi Roi, “Affetmek mi? Somutlaşınca erir tüm Tanrıçalar RAina!” diye fısıldadı rüzgara. Rüzgar ise yönünü çevirdi bir anda Raina’nın kulaklarına.
Çok daha önceden bir yazı takıldı karıştırırken müsvetteleri Roi’nin gözlerine. Raina içindi şüphesiz. Şöyle diyordu;
Evime gelme ama eğer gelirsen…
evet tabii, dışarda değilsem evdeyimdir
ışık yanmıyorsa ya da sesler duyarsan kapımı çalma,
Proust okuyor olabilirim biri kapımın altından Proust bırakmışsa ya da güvecim için kemiklerinden birini,
borç para veremem, telefonumu kullanamazsın ama dünkü gazeteyi eski bir gömleğimi ya da sosisli bir sandviçimi alabilirsin ya da gece çığlık atma huyun yoksa kanepede uyuyabilirsin ve kendini anlatabilirsin gayet normal bu;
hepimiz sıkıntı çekiyoruz ancak ben Harvard'da okutacağım bir aileye bakmaya ya da av arazisi almaya çalışmıyorum,
gözüm yükseklerde değil birazcık daha hayatta kalmaya uğraşıyorum,
onun için bazen kapımı çalarsan da açmazsam ve içeride bir kadın yoksa belki çenemi kırmış bağlayacak tel arıyorumdur ya da duvarkâğıdımdaki kelebekleri kovalıyorumdur,
yani kapıyı açmazsam açmam, ve nedeni henüz seni öldürmeye, sevmeye, ya da kabullenmeye hazır olmamamdır,
demek ki konuşmak istemiyorum meşgulüm, çıldırmışım, keyifliyim veya belki bir ip hazırlıyorum;
onun için ışık açıksa bile ve eğer nefes alıp verildiğini, dua veya şarkı söylendiğini radyonun ya da atılan zarların veya kitap sayfalarının sesini duyarsan - uzaklaş,
sebep gün değil gece değil, saat değil; kabalıktan gelen cehalet değil,
hiçbir şeyi incitmek istemem, böcekleri bile ama bazen ayırdetmesi zor birtakım duyumlar sezinliyorum,
ve mavi gözlerin, maviyseler eğer ve varsa eğer saçların, sahte değilse yine ve kafan - içeri giremezler ta ki ip kesilene ya da düğümlenene dek
ya da ben yeni aynalarda traş olana dek,
ta ki dünya durana ya da ebediyen açılana dek.