Bölüm 39

66 10 3
                                    

   Eve geldiğimde anahtarımla kapıyı açtım. Kulaklarım "Hoşgeldin sevgilim!" diye Tuğba'yı arasa da onun hıçkırıklarıyla karşılaştı.

   Salonda oturmuş, ellerini yüzüne kapamış, ağlıyordu. Ceketimi çıkarıp olduğum yere attım ve Tuğba'nın yanına koştum.

   "Tuğba! N'oldu?"

   "Volkan, ağabeyim odasından hâlâ çıkmadı, ses de vermiyor."

   Ağlayarak başını omzuma yasladı.

   "Tamam bebeğim, sakin ol. Şimdi Emre'nin odasına çıkacağım ve halledeceğim her şeyi. Tamam mı?"

   Başını aşağı yukarı salladıktan sonra yanağından süzülen gözyaşlarını sildim ve Emre'nin odasına gelip kapıyı çaldım.

   "Gelebilir miyim?"

   "Ne için?" diye seslendi içerden.

   "Seni yemeğe davet etmek ya da 'çık şu odadan' diye azarlamak için gelmedim. Sadece konuşmak istiyorum. 4 gündür odandan çıkmamanın sebebi ne, bilmek istiyorum."

   Ayak seslerinin ardından kapıyı açtı. Kapıdan geri çekilip içeri girdiğimde yatağın üzerinde parçalanmış kağıt dikkatimi çekti.

   "Onlara bakabilir miyim?"

   Bir şey demeden yatağa oturdu ve kağıt parçalarını avcuna alıp bana uzattı. Parçalardan birinde Evin'in diğer birinde ise Mete'nin ismi yazılıydı.

   Aceleyle parçaları birleştirmeye başladım. Ortaya çıkan dikdörtgen kağıt, Mete ve Evin'in düğün davetiyesiydi.

   "Ne şimdi bu?"

   "Evleniyor." diyip omuz silkti.

   "Evlenemez ya, ne demek evleniyor. Sen Emre Derin'sin, madara etmen lazım o düğünü!"

   "Edemem."

   "Ne demek edemem?"

   "Edemem işte."

   "Niye?"

   "Karışma, edemem dediysem edemem."

   "Ne saklıyorsun Emre?"

   "Hiçbir şey. Artık çıkar mısın odamdan?"

   Onu sinirlendirmemek için sessizce odadan çıktım.

   *Evin*

   "Yanlışın var biricik kızım, yanlışlar var. Kimsenin sana anlatmadığı, anlatmayacağı şeyler var. Ve bunları sadece sen bulabilirsin, tabi çabalarsan."

   Annemin aniden kaybolmasıyla sıçrayarak uyandım. Ter içinde kalmış, üzerimdeki tişört ıslanmıştı.

   Üzerimdeki örtüyü yana atıp ayaklarımı aşağı bıraktım. Vücudumda belli belirsiz bir titreme vardı.

   Ne saklayabilirlerdi ki benden daha başka? Neler yapmış olabilirler bundan fazla? Aklım aklmıyor, gerçekten aklım almıyor. Mete ile yapılaca düğünüm, Emre ve üstüne bir de bebek beni gerçekten daraltmıştı artık. Hamileliğin hormonlarla oynadığını biliyordum ya da bu insanların beynine aşılanmış, psikolojik bir olaydı. Gereksiz yere gülüp, ağlayabiliyorduk biz anne adayları.

   Şu an tam da bu durumla karşı karşıyayım. Üzerimdeki yorgunluk ve kaç gecedir rüyalarımdan çıkmayan annem ağlama isteğş uyandırıyordu.

   Yavaş yavaş gözlerim dolmaya başladı. İsteyerek ağzımdan bir hıçkırık kaçırdım ve sonrasında da bağıra bağıra ağladım. Evde ya da çevrede beni duyabilecek kimse yoktu. Bu yüzden rahattım. İstediğimi yapabilirdim.

   Güneş; her gün yılmadan, yorulmadan doğuyordu. Her insana perdelerini iyisiyle ya da kötüsüyle aralıyordu. Kimisi hayatın ne kadar acı olduğunu anlamadan sadece ciğerlerşne dolan oksijenin verdiği acıyla ağlıyor, kimisi ise tüm bunları tecbüre edinmiş, 'Artık yapmam' diyerek hayata gözlerini kapatıyordu.

   Ne kadar zalimdi insanlar. Babam dediğiniz insan annenizi öldürebiliyor, sevdiğim dediğiniz insan canınızı yakabiliyor hatta en yakınım dediğiniz insan elbet bir gün gidiyordu. Ve biz, bağıra bağıra ağlamak yerine sessizce, boşluğa bakarak, içimiz yana yana çayımızı yudumluyoruz.

   Vay halimize! Ne hale gelmişiz? Önceden selamsız sabahsız geçmeyen insanların evlatları, torunları birbirimize neler yapıyoruz? Kırıyoruz, ağlatıyoruz, yalvarmasını istiyoruz. Ne kadar nankörleşmiş, ne kadar zalimleşmişiz!

   Günlüğümü kapatıp çay bardağının dibinde kalan son yudumu da içtim. Gece 2'de uyanıp sabahın 5'ine kadar çay içmiş, güneşin doğuşunu odamın camından seyretmiştim.

   Gözlerim artık kapanıyordu çünkü yorgundum.
Ayıcıklı yorganımı omuzlarımdan örtüp gözlerimi kapadım.

   *Emre*

   "O artık yok anne, o gitti. Hem de bebeğiyle gitti. Benim içim yakıp, beni paramparça edip başkasına gitti. Ve artık ben de gidiyorum. Elis'le konuştum. Mete, sırf bebeğin hatırına onu öldürmeyecek ama istediklerini tek tek anlatacak. Anne ben sadexe aşık oldum. Senin siyah saçlarını okşamay sevdiğim gibi sevdim onu. Nerede hata yaptım, hiç bilmiyorum. O kadar kurşunun, yaranın madara edemediği Emre Derin'i, oğlunu, elin kızı gelxi yerle bir etti."

   Mezardaki nemli toprağı okşadım ve göz pınarımdan akan bir damla yaşı o toprağa emanet ettim.

   "Baba..."

   Hemen solumda, annemin mezarı ile birleşik babamın mezarına baktım.

   "... Sen bana hep güçlü olmamı söyledin. Hiçbir şeyin beni yıkmaması gerektiğini... Ama ben yapamadım baba, başaramadım. Ben şimdi gidiyorum. Biraz daha kalırsam, öldüğünde baş ucunda oluşan kan gölüne ayağını vura vura ağlayan Tuğba gibi ağlayacağım."

   Ayağa kalktım ve deri ceketimin fermuarını çektim.

   "Sizi seviyorum. Yakında sizin mezarınızı da Antalya'ya aldıracağım. Zaten, bir daha İstanbul'a dönmemim bir sebebi olmayacak. Antalya'da görüşmek üzere..."

   Soğuktan üşümüş ellerimi cebime koyup mezarlığın kapısına doğru yürüdüm.

   Tam sol ayağımı dışarıya attığım anda ensemdeki soğuk nefesi hissettim ve ardından babamın sesi duyuldu.

   "Yanlışın var biricik oğlum, yanlışlar var. Kimsenin sana anlatmadığı, anlatmayacağı şeyler var. Ve bunları sadece Evin bulabilir, tabi çabalarsa."

   Ensemden aşağı doğru akan ter damlası ürpermeme ve kaskatı kesilmeme sebep oldu. Ne gibi bir yanlışlık olabilirdi ki?

   Cebimden telefonumu çıkarıp Volkan'ı aradım. Telefonu açtığında tek kelime izin vermedim.

   "Gözden kaçırdığımız bir şeyler var. Birilerinin söylemediği, bilmediği ya da unuttuğu ufak bir ayrıntı var."

YAKTIN BENI (TAMAMLANDI)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin