"Orospu çocuğu!" diye sinirle salonun ortasında bir aşağı bir yukarı yürüyen Madie'ye kaşlarını çatan Michael kucağında oturan oğlunun kulaklarını kapattı.
"En azından sansürleyemez misin?" dedi bir yandan.
Madie onu duymazdan gelerek devam etti.
"Nasıl böyle büyük bir piç kurusu olabilir ki? Pahalı bir yemekle ülkeyi terk etmeden hemen önceki gece seni terk etmek de ne demek ayrıca? Sanki yaptığı iğrençliği telafi edebilirmiş gibi! Üstelik o sürtüğün de hastaneye gelebilmesi!"
"Mad!" Michael'ın kızışına kıkırdayan Ryan'a bakınca istemsizce ben de gülümsedim. Bu korkunç gecenin içindeki tek güzellik oydu. Annesinin küfür ettiğini biliyordu ve bu küfürleri öğrenmek onu bir şekilde eğlendiriyordu.
"Sana gelip söyleyecek taşak bile yokmuş herifte!"
"Pekala, biz gidiyoruz." diyerek Ryan'ı kaldırıp arka odaya giden Michael'la göz göze gelince mahcup bir şekilde omuzlarımı kaldırdım. O da sadece gözlerini devirdi.
Eve dönüş yolunun ilk on dakikası sessiz geçse de Madie'nin aramasıyla ona iyi olduğumu söyleyip kalan her şeyi anlatınca Michael da yanımda sessiz bir küfür savurmuştu.
Biz eve ulaşamadan Madie oraya gitmişti bile. Hastaneye Ryan uyuduğu için gelememişti ama olanları duyunca onu bile umursamadan soluğu kapımın önünde almıştı.
Beni kapıda görür görmez kollarına almıştı. Sonra üzerimdeki kanlı kıyafetleri çıkarmama yardım etmişti. Güzelce yıkayınca geçeceğini söylese de o kıyafetleri bir daha giymek istediğimi hiç sanmıyordum. Onları öylece banyonun zemininde bırakıp üzerime siyah bir tişört geçirmiştim. Şortlarımdan birini giyerken morarmış elimi fark eden Madie hızlıca bana yönelip ne olduğunu sormuştu.
Başımın döndüğünü ve ufak bir serum aldığımı söylemiştim ona. Hassas bir tenim vardı.
Bana bir kahve yapacağını söyleyip elinde bitki çayıyla geri dönmüştü. Makineyi çalıştıramayacağını biliyordum. Bunun için her zaman konuşup dururdu ama bu gece odağı başka bir yerdeydi.
Şimdi salonda hala küfürler ederken sehpanın üzerindeki çay soğumuştu bile. Kanepede yarı uzanır bir şekilde onu dinliyordum.
"Tanrım, Abby bir şey söyle artık." dedi nihayet yanıma otururken.
"Ne dememi bekliyorsun?"
İç çekip arkasına yaslandı. Benim için üzüldüğünü biliyordum. Bu yüzden bu kadar öfkeliydi. Benim asla onun gibi bağırıp çağırmayacağımı biliyordu. Yine de en azından ağlamamı ve bana bunu nasıl yapabildiğine dair mızmızlanmamı beklediğini biliyordum.
Evet, kabullenemiyordum. Göğüs kafesim daralıyordu. Nefes alamadığımı hissediyordum. Ama onun için tek bir damla dahi gözyaşı dökmemeye yemin etmiştim.
O kızı orda gördüğüm anda.
Telefonum çalınca yavru köpek gözlerimle Madie'ye baktım.
"Sen açar mısın?"
"Tabiki." diyerek sehpanın üzerindeki telefonu aldı. "Alo? Evet, evet onun telefonu."
Ağzını oynatarak polis dedi.
"Ah, tabi. Yarın gelebilir. Şuan biraz sarsılmış durumda. Pekala. İyi akşamlar." Telefonu kapatıp bana döndü. "İfade vermen gerekiyormuş."
"Neden yarın dedin ki? Şimdi de gidebilirim."
"Abigail, lütfen. Biraz kendine zaman versen ne olur sanki?"