Gözlerim itinayla devrilirken ellerimin bir birine çarpmaktan sızladığını ancak fark edebilmiştim. Avuç içlerimi kendime doğru çevirip kırmızılıktan morarmaya yüz tutmuş derime şaşkınlıkla baktım ama beni asıl şaşırtan bu değildi elbette. Zira Dilan'ın eli benim elimin üzerine kapaklandı ve ben ne olduğunu bile anlamadan oturduğum beyaz sandalyeden kaldırılarak halayın ortasına itildim. Ben buraya nasıl gelmiştim?
"Kıvır, abla. "
Beynim uyuştu. Ellerim müziğin ritmine saçma bir şekilde kapılarak havalanmaya başladığında kendimi durdurmayı başardım. Ben ne yapıyordum diye düşünüyordum ki birisi kalçama hızla çarparak beni resmen düğün alanının dışına fırlatarak sandalyelerin birinde bulunan annemin kucağına oturttu.
"Oyna, hemşire hanım. Oyna! "
1 HAFTA ÖNCE
Ağabeyim bizi beklemeye bile tenezzül etmeden koşmaya başladığında kalbime çöken ağırlığın bütün bedenime yayıldığını hissediyor, ancak bir şey yapamıyordum. Üstelik bu 'bir şey' sınıfına yürümek veya koşmak eylemleri de giriyordu. Tek yapabildiğim şaşkınlıkla aralanan ağzımdan kesik bir nefesi özgürlüğe kavuşturmak oldu ki bu bile bedenime işkence ederek gerçekleşmişti. Korku, salgın bir hastalığı andırıyordu. Bir başkasının dudaklarından çıkan cümle senin kulaklarına çarpıyor, benliğin boyunca yayılıyor, en sonunda ise kalbinde kaya misali çöreklenip kalıyordu. Anlatılmasının veyahut tedavi edilmesinin bir yolu yoktu ama onu tabir etmek zorunda kalsam söyleyebileceğim tek şeyin katran karası, büyük bir dağ olacağı su götürmez bir gerçekti.
Dakikalar sonra kuzenimin yardımı - zoru- ile arabaya ulaştığımda arkamda bıraktığım ve muhtemelen bundan sonra karşılaşma imkanımızın zor olduğu yeni arkadaşımın ne durumda olduğunu düşünemeyecek kadar hasta hissediyordum. Üstüne üstlük uyuşan beynim sancımaya başlamıştı.
" Yiğit ağabey! Yavaşla! "
Altan, ağabeyimin yanındaki siyah koltuktaydı. Bakışlarının karla kaplı yolda olduğunu anlamam için yüzüne yandan bakmam yetmişti. Muhtemelen jole ile şekillendirdiği siyah saçları artık alnına dökülüyordu ama tuhaf olan onun bunu düzeltmeye tenezzül dahi etmemesiydi. Altan, dağılmış saçlardan nefret ederdi.
Ağabeyim ona cevap vermedi. Kaşları daha çok çatıldı ve gaza olanca gücüyle yüklendi. Kasılan çenesi dikiz aynasından varlığını belli ediyordu. Üşüyen ellerimi birleştirip bacaklarımın arasına sıkıştırdım. Onları izlemek ruhumu rahatlatmak yerine daha çok kötü hissetmeme neden oluyordu ki şu an bulunduğum durumdan daha kötüsü ölümdü. Bedenim titremeye başladığında bunun soğuğun etkisi olmadığını biliyordum ama yapacak başka bir şeyim de yoktu. Bu yüzden istemsizce hareketlenen bedenimi umursamayıp başımı cama çevirdim. Gözlerimin alabileceği kadar çok olan dağlar karla örtünmüş, tepeleri görünmeyecek kadar sisle kaplanmıştı. Bu, mahremini kapatmaya çalışan genç ve toy bir genç kızı andırıyordu bana. İlk baharda en güzel elbiselerini giyen diğer dağların aksine buraların dağları her zaman çıplaktı. Asla çiçek bitmeyen bu kıraç topraklarda çırılçıplak bekleyen kocaman varlıkların kışı iple çektiğini düşünürdüm çoğu zaman. Çünkü kışın diğerlerinin aksine bu uçsuz bucaksız kayalar soyunmayacak, gelinlik kızlar gibi beyaz elbiselere bürünecekti. Elbette çok uzun sürmeyecekti mutluluğu, biliyordum. Biliyorlardı. Bu yüzden yapabilecekleri tek şey koskoca şehri çepe çevre sararak güneşin elbiselerine zarar vermesini önlemek olmuştu. Öyle ki benliklerini satarak satın aldıkları soğuk, Hakkari'yi asla terk etmiyordu.
"Dolunay! Kestirmeden gideceğiz karakola. Seni indiremeyeceğim. Oraya vardığımızda ne olursa olsun peşimi bırakma güzelim. Tamam mı? "
Başımı yasladığım camdan kaldırarak ağabeyimle göz göze geldim. Keskin bakışları üzerime odaklanmıştı ama cevap beklemiyordu. Ben de tepkisiz kaldım zaten. Alparslan'ın ne durumda olduğunu kendi gözlerimle göreceğim gerçeği beni memnun etti tabii fakat nasıl veya ne durumda göreceğim sorusu memnuniyetimi ateşe verdi. Alparslan nasıldı? Yine zarar görmüş müydü? Canı yanıyor muydu? Ve en zoru, evlatlarının her hangi birine bir şey olmuş muydu?