Kuzular telefondan yazdım. Yanlışım varsa uyarın lütfen. Keyifli okumalar.
Eve girdiğimde karşıma çıkan ilk şey tahta merdivenler olmuştu. Etrafta çeşit çeşit yemek kokuları ve sağa sola koşuşturan çalışanlar dışında kimse yoktu. Neredeyse ona yakın kadın sağa sola koşturuyor, erkeklerse odalara çekiliyordu. Önümüzde ilerleyen yaşlı kadını takip ederek merdivenleri çıkmaya başladığımda bakışlarım hala etraftaydı. Yerlerde serili olan eski kilimler, duvarlarda oyuklar halinde bulunan eşya koymak adına yapılmış bölmeler ve merdiven bittiği anda karşıma çıkan tüm duvarı kaplamış al bayrakla vatansever bir köy eviydi. Buram buram huzur kokuyor, ister istemez mutlu hissettiriyordu. Terlemiş ellerimi pantolonumun cebine silip bayrağın hemen üzerinde asılı olan Kur'an-ı Kerim'e baktım. Vatan, din, bayrak. Ülkesine aşık bir insan için en kutsal üç şey. Gülümsedim sakince. Gerginliğim bir nebzede olsa geçmişti. Etrafı incelerken bana doğru gülümseyerek gelen yaşlı adamı gördüğümde, gülümsemem genişledi.
...
Yatağa uzanırken fazlasıyla rahat ve ait hissediyordum. Bu topraklar olmam gereken yerdi, bu hava solumam gereken havaydı. Burası için yaratılmış gibi hissediyordum, tüm kalbimle. Gözümü kapatmadan hemen önce ev ahalisinin odalarına çekildiğini duydum. Şermin, evin en küçük geliniydi. Serhan ağanın dört oğlu iki de kızı vardı. Batur, oğullarının en küçüğü ve tek bekar olanıydı.
Diğer ev sakinlerinin adını her ne kadar aklımda tutamadıysam da büyük ağabeyin küçük oğlu Yasin unutulamayacak kadar güzel bir bebekti. Sıcak karşılamanın ardından lojman için ne yapabileceğimizi konuşmuş, birbirimizi tanımak adına bolca sohbet etmiştik. Hepsi iyi ve sevgi dolu insanlardı. Gece boyu Batur'u beklemiştim. Ağabeyimin komutanından azar işitmediğinden emin olmam gerekiyordu ancak o, gelmemişti.
..
Sabah, kapıdan gelen seslerle uyandığımda annem yanımda yoktu. Onun için hazırlanmış yer yatağıysa toplanmış, yorgan ve döşek düzgünce kapının kenarına yerleştirilmişti.
Etrafa dalgın dalgın bakmaya son verip ayaklandım.
Koltuğun üzerindeki hırkamı üzerime geçirip salona çıktığımda Batur ve ağabeylerinin giyinmiş olduğunu görmüştüm. Yeşil kamuflaj hepsinin üzerine tam oturmuş, silahlar ellerine yakışmıştı. Göğüslerinin sol tarafındaysa 'korucu' yazıyordu. Göreve gidecek olmalıydılar.
Her ne kadar kapı gıcırdadıysa da sessiz olmayı başarmıştım sanırım. Çünkü beni fark etmeden konuşmaya devam ediyorlardı. Her ne konuşuyorlarsa önemli bir şey olmalıydı. Zira hepsi de fazlasıyla endişeli görünüyordu. Büyük ağabey, başını kaşıyıp silahını beline taktı. Siyah metal yeşil kamuflajların altında kaybolduğunda,
"Günaydın. "Diye mırıldandım. Güneş çoktan çıkmış, salonun pencerelerinden odayı doldurmaya başlamıştı. Eski ancak dayanıklı yapının ikinci katındaki holdeydik. Sağ ve sol tarafımda tüm holü kaplayan uzun oturaklar, ve onların üzerine yerleştirilmiş sert, iri yastıklar vardı. Benim tam karşımdaysa alt kattan buraya çıkan merdivenler duruyordu. Çatı da yerler gibi ağaçtan yapılmıştı. Dün gece can sıkıntısından yattığımız odadaki ağaçları saymıştım. 34 veya 35 tane olmalıydı. Ev fazlasıyla otantikti ama benim kalmam gereken evi göz önüne alınca burası tam bir malikane sayılırdı. Elimi yavaşça kaldırıp beyaz kireçle boyanmış duvara yasladım.
Üç kardeşte yan yana durmuş, konuşmalarını bölmüş olan bana bakıyorlardı. Saçlarım kollarıma kadar uzanıyordu ve fazlasıyla dağınıktı. Tokamın nerede olduğunu araştıracak zamanım olmamıştı.
Üzerimdeyse ayak bileklerime kadar uzanan bebek mavisi bir gecelik vardı. Şermin’e ait olmalıydı. Akşam onun getirdiğini hatırlıyordum. Yada Dilan'ında olabilirdi. İsim hafızam kuvvetli olsaydı net bir şey söyleyebilirdim. Ama yoktu.
Bakışlarını ilk kaçıran büyük ağabey olmuştu. Ortanca ağabeyse yarım ağız günaydın demiş, ardından da kardeşlerine benim duyamayacağım bir şekilde bir şeyler söyleyip gitmişti. Onların kendilerince bana saygı gösterdiklerini ve rahatsız olmamam için böyle davrandıklarını bildiğimden sesimi çıkarmadım.
"Günaydın. " Batur, büyük ağabeyi odasına doğru giderken yanıma yaklaşıp gülümsedi. Her iki yanağındaki gamzeler ortaya çıktığında ona karşılık vermeden duramadım. Üzerinde yeşil korucu kıyafetleri vardı ve kamuflajların içinde fazlasıyla dikkat çektiğini itiraf etmeliydim. Yine de bu itiraf işini sonraya saklamayı daha uygun buldum. Ne diyecektim? Bu üniforma sana çok yakışmış! Mı? Hadi ama bu fazla samimi bir cümle olurdu. Benimse aklımda onunla samimi olmaktan çok daha önemli konular vardı. Ağabeyim gibi. Dünü hatırladığımda kaşlarım heyecanla havalanırken bir adım ileriye doğru gittim.
"Batur! Dün soracaktım ama sen gelmeyince uyuya kaldım. Ağabeyim ne yaptı? Komutanı kızmadı değil mi? "
Aslında komutanının ağabeyime kızmasından ziyade, ağabeyimin karakola sağ salim ulaşıp ulaşmadığını merak ediyordum. Burası tamamıyla dağlarla çevrili ufak bir köydü. Ve ben her ne kadar kabul etmek istemesem de o dağlarda teröristlerin olduğunu biliyordum. Kuzey Irak sınırındaydık. Onlarla aramızda çok mesafe yoktu.
Batur yavaşça saçlarını karıştırıp etrafa bakındı. Düşünüyor gibi duruyordu ki itiraf edeyim bu hali beni korkutmuştu.
"Bir şey mi oldu? "Diye sordum korkuyla. Bakışları hala etraftaydı. Nihayet derin bir nefes alıp konuştu.
" Sen komutanı tanımıyorsun tabii. Alparslan komutan sert adamdır. Ama-"
"Dolunay! " Annem merdivenlerin başından bana bağırdığında Batur susmak zorunda kalmış, ardından da bir şey dememe fırsat vermeden odasına çekilmişti. Arkasından boş boş bakarken olabilecekleri düşünmeye çalıştım ama pekte başarılı olduğum söylenemezdi. En nihayetinde ağabeyimin karakola sağ salim ulaştığını dolaylıda olsa anlamıştım. Batur sağlamsa onu karakola götürmüş demekti. Komutanı ona kızdıysa yapacak bir şey yoktu.
Aklımı tamamıyla ağabeyimin doldurduğu gerçeğiyse garip bir olaydı. Babam gittikten sonra hayatımın merkezindeydi o. Her an yanımda olsun istiyordum ki bu her ikimizin işini de zora sokuyordu. O bir askerdi. Tehlikenin tam ortasındaydı. Belinde bir silah vardı ve vatan için onu kullanmaktan çekinmeyecek kadar gözü karaydı. Onun vatanı seviyor olması mükemmel bir şeydi. Lakin dağdakilerinde silahları vardı ve onlar, ağabeyim ve onun silah arkadaşlarını gözlerini dahi kırpmadan öldürebilecek kadar haindiler. Sanırım ben, ağabeyimin de babam gibi gitmesinden korkuyordum. Şehit kızı olmak çok güzel bir nimetti. Tabi bir süre. Sonra babamın aslında bir daha gelmeyeceğini fark ettiğimde başlamıştı asıl sorun.
"Kızım ne dikiliyorsun. Haydi, kahvaltı hazır. " Annem söylene söylene merdivenleri inmeye başladı.
" Geldim. " Dedim arkasından giderken. Tahta merdivenler attığım her adımda gıcırdıyordu. Kenarlarında, sabitlemek adına konulan çivilerse paslanmıştı. Evi yadırgamak yerine sağ tarafta duran banyoya gidip elimi yüzümü yıkadım. Girişe temiz havlu asılmıştı bizim için. Becerebildiğim kadarıyla saçlarımı düzelttiğimde Şermin'in kıyafetlerimi getirdiğini gördüm. Gülümseyip elindeki kıyafetleri aldım. Siyah kot pantolonumu ve beyaz uzun kollu tişörtümü giydiğimde, bir nebzede olsa görüntüm düzelmişti. Tabii ki iğrenç çillerim hala oradaydı. Onlardan kurtulamayacağımı, yüzüme on kat fondöten sürmeme rağmen geçmediklerinde anlamıştım.
Yüzüme bakma işim, banyonun kapısından gelen öksürük (!) sesiyle kesildiğinde toparlanıp banyodan çıktım. Şermin elimdeki geceliği alıp gülümsedi ve merdivenlerde kayboldu. Garip bir kızdı. Hiç konuşmuyordu. Arkasından omuzlarımı silkeledim. Beni sevmemiş olabilirdi. Ya da konuşmaya tenezzül etmiyor da olabilirdi. Garip olansa tüm bunlara rağmen anneme ve bana sıcacık gülümsüyor olmasıydı.
"Türkçe bilmiyor. Yanlış anlama. " Batur, başka bir şey söylemeden yanımdan geçip gitti. Bende üzerinde çok düşünmeyip mutfağa doğru ilerledim. Başkasının evinde olmak beni rahatsız ediyordu. Her ne kadar çok iyi insanlarla birlikte de olsak, bu insanları tanımıyorduk ve ister istemez yük oluyorduk.
Mutfağa girdiğimde bir yer sofrasıyla karşılaştım. Kadınlar çoktan sofraya oturmuştu bile. Yavaşça "Günaydın" Dedim. "Keşke beni de kaldırsaydınız. Size yardım ederdim." Seher teyze bana garip garip baktı.
"Kızım olur öyle şey? Sen misafirsin. Hem uzun yoldan geldin. Annen zaten yardım etti sağ olsun. Gel otur haydi. "
Gülümseyip annemin yanına oturdum ve büyük bir içtenlikle 'Teşekkürler' diye mırıldandım. Sofradaki herkes bana güler yüzle karşılık vermişti. İçten tavırları birazda olsa rahatlamamı sağladığında bana uzatılan ekmeği almıştım. Çatalı alıp peynirden bir dilim ağzıma attım. Tam köy peyniriydi. Sofrada ki diğer her şey gibi. İyice karnımı doyurduğumda Batur mutfağa girdi.
"Dolunay. Hazırsan çıkalım. " Dediğinde kaşlarım çatıldı. Nereye gidecektik ki? Tam bu soruyu ona yöneltecekken dün konuştuklarımız aklıma geldi. Beni sağlık ocağına bırakacaklardı. Sofradan kalkarken onu başımla onayladım. Herkese teşekkür edip kapıya yöneldiğimde Dilan elinde tuttuğu çantayla geldi yanımıza.
"Dolunay abla çantanı al. Anne, komutan geldi. Kapıdalar. "
Çantamı alıp kapıya doğru ilerlediğimde Batur önümde ilerliyordu. Annem ve Seher teyzeyse hemen arkamdaydı. Muhtemelen annem ağabeyimi, Seher teyzeyse gelen misafirini karşılamak istiyordu. Doğruyu söylemek gerekirse şu meşhur komutanı ben de merak ediyordum. Tabii ilk gün ki rezilliğim aklıma geldiğinde utansam da, adamın bunu hatırlamayacağı kanaatindeydim. Başka işi mi yoktu?
Nihayet kapıya çıktığımızda Serhan ağayı genç - ağabeyimden daha genç- bir adamla konuşurken bulduk. Hararetli hararetli konuşurken komutanın suratı sertti. Bir ara yavaşça dağları gösterip sırıttı. Ne söylediklerini duyamıyordum. Mavi veya yeşil gözleri olan komutan kumraldı. Yeşil askeri üniforması ve başındaki mavi beresiyle tam bir komando görüntüsü sergiliyordu işte. 1.80 boylarında olabilirdi. Bakışlarımı etrafta gezdirdiğimde on kadar adamın silahlarla etrafı kontrol ettiğini gördüm. Hepsinin de başında mavi bereler vardı. Ancak içlerinde ağabeyim yoktu. Dün için bir ceza olabilirdi. Dün karakola geç dönmüştü ve komutanı bunu boş geçecek bir adama benzemiyordu. Daha çok suratsız biri gibi duruyordu ki, bu kadar adamı güler yüzle kontrol edemezdi. Onların işlerinin püf noktası buydu.
Ağabeyimi aramaktan vazgeçip Batur'a döndüğümde askerlerden biriyle sohbet ettiğini gördüm. Yavaşça yanlarına gittim. İkisi de bana dönmüştü.
"Baba, bu da Yiğit ağabeyin kardeşi. " Dedi Batur beni göstererek. Baba dediği adam muhtemelen daha otuzlarının başında duruyordu. Lakabı falan babaydı sanırım. Üstelemeyip adamın uzattığı elini tutup yavaşça sıktım. Ağabeyimde en fazla üç veya dört yaş büyük duruyordu. Diğer komutanın aksine fazlasıyla sıcakkanlı birisine benziyordu. Bunu samimi gülümsemesinden anlayabilirdiniz.
" Dolunay"
"Selim. "
Selim ağabey, bana gülümseyip başında ki bereyi çıkardığında parmağında ki yüzüğü fark etmiştim. Bakışlarımı yakalamış olacak ki,
" Benim çocuğum var. " Dedi gururla. “Bana ondan baba diyorlar. "
"Ağabey, tüm karakolu ve bizim gençleri sen tehdit etmedin mi bana baba diyeceksiniz diye? " Batur'un sorusuyla gerilen adam kafasını kaşıdı.
" Yahu bir an gaza gelip söyledim. Ne uzattınız. "
Ancak Batur'un pes etmeye niyeti yoktu.
" Ağabey! Sadece bizi değil ilçeyi arayıp yüzbaşıya da 'bana baba diyeceksin ulan' demişsin. "
Batur'un söylediğiyle kaşlarım havalanırken gülmemek için büyük bir çaba vermem gerekmişti. Bu adamı bir yüzbaşıyı tehdit ederken hayal etmek güçtü. Zira karşımdaki adam o kadar babacan ve efendi duruyordu ki. Olayı iyice merak etmiştim ama sormaya çekindim. Yeni tanıdığım bir adama bu soruyu sormak garip kaçardı. Batur'un ağzını arardım bir ara. Zevkle anlatacağına adım gibi emindim.
"Teğmenim, hazırsanız gidelim! "
Ufak konuşmamızı, adının Alparslan olduğunu hatırladığım karakol komutanı böldüğünde üçümüzde ona bakmıştık. Adam, karşısındaki yaşlı ağaya bir şeyler söyleyip ilerledi.
" Bu adamın rütbesi ne? " Diye sordum yanımda sessizce ilerleyen Batur'a yaklaşarak. Selim ağabey çoktan komutanın yanına gitmişti bile. Etraftaki gözcü askerler yavaş yavaş bize katılırken bakışlarını dağdan çekmemişlerdi.
" Üsteğmen. "
" Vay be. Ağabeyim benim sözüm geçiyor falan diyordu ama baksana, ikisi de ondan rütbeli çıktı. "
" Evet. Aslında Yiğit ağabeyi daha çok sever askerler. " Birkaç saniye durdu.
"Daha gözü kara diye herhalde. "
Aslında, ağabeyimin gözü karaydı. Bunu biliyordum. Ama bu askerlerin ağabeyimi bu yüzden seviyor olmaları nedensizce garibime gitmişti. Kim sürekli düşman öldürmek isteyen bir huysuzu sevebilirdi ki? Sanırım bu her Türk evladının kanında vardı. Vatanı çok seviyorlardı ve onu canı pahasına korumak onlar için dünyanın en güzel göreviydi.
"Batur, hiç ya ölürsem diye düşündün mü? "
Yanımda ki çocuk yirmi yaşında bir veterinerdi. Üniversiteyi İstanbul'da okumuş, ağabeyi askere gidince de onun görevini devralmıştı. Bunları dün geceki sohbetlerimizde anlatmıştı. Ağabeyim gelince döneceğim İstanbul'a demişti.
" Biz ölmeyiz Dolunay, şehit oluruz. " Dedi . Kaşlarım çatılırken olduğum yerde kala kaldım. Elbette şehit olduklarını biliyordum ama onun ağzından duyunca garip gelmişti. Arkada ki asker bir şeyler mırıldanınca yoluma devam ettim.
" Onu biliyorum, merak etme. Sandığından çok daha iyi biliyorum. Demek istediğim-"
"Demek istediğini biliyorum. Bak, benim babam büyük ağabeyimin adını Mirhat koymuş, benimkini Batur. Biri Türkçe biriyse Kürtçe. Ama ikisinin anlamıda aynı, Dolunay. Baştan sona farklılar ama tamamen aynılar. Bak bu dağlara. İstanbul'a çok uzak ama Vatanın tam içinde. Vatan bir, Dolunay. Onun için ölünecekse, ölürüz. "
Vatan bir.
Derin bir nefes aldım sessizce. Sebebini bilmediğim bir ağırlık çöktü içime sonraysa nedensizce gözlerim doldu. Etrafta ki adamların hepsi benim ağabeyimdi. Belki hepsinin geride bir bekleyeni vardı. Çocukları, eşleri. Ancak ben, onlarında Batur gibi düşündüğünü biliyordum.
Sert toprak ayaklarımız altında ezilirken taşlar yürümeme engel oluyordu. Etrafta koyunları otlatan çocuklar dışında neredeyse kimse yoktu. Askerlerin postal seslerine karışan koyun melemeleri, çoban kopeklerinin havlamaları ve çan sesleriydi. Arkada konuşan iki askerin sesleri de işitiliyordu. Dağlar yeşil diyemeyeceğim kadar gri duruyordu. Bozkırın üzerindeyse soğuk hava nedeniyle oluşan çiğ taneleri vardı.
Birde yolun üzerinde ki hayvan pislikleri vardı ki onlara basmadan yürümek, bu dar yolda neredeyse imkansızdı.
Nihayet köyün merkezine geldiğimizde Batur'a döndüm ama o tam anlamıyla yola odaklanmıştı. Lojmanın yolunu az çok hatırlıyordum ama sağlık ocağına dün uğramamıştım. Zaten lojmandan ziyade çalışacağım sağlık ocağını merak ediyordum.
"Hemşire Hanım ! " Sesin geldiği tarafa döndüğümde komutanla göz göze geldik. Adam sağ tarafta durmuş bana bakıyordu. Her ne kadar şaşırsam da grupta başka hemşire olmadığını biliyordum. Bana sesleniyordu. Bu yüzden adımlarımı hızlandırıp yanına ulaştım. Diğer askerlerse çoktan diğer yola sapmıştı bile. Sadece arkadan gelen iki asker bizden bir kaç adım uzakta durarak etrafı gözlemeye başladı. Adamsa halinden memnun değil gibi duruyordu. Ya da bu onun genel haliydi.
"Size sağlık ocağına kadar eşlik edelim. Buyurun. "
Eliyle dar yolu işaret ettiğinde,
" Bir dakika. Size zahmet olmasın. Ben giderim. " Diye engelledim onu. Koskoca Üsteğmendi sonuçta. İşleri olmalıydı. Adam suratıma boş boş bakmaya devam ettiğinde gülümseyip cümlemi tekrar ettim.
" Pekala. "
Tek söylediği bu olmuştu. Silahını sırtına alıp yolda bekleyen askerlere döndüğünde, onlar çoktan yanımıza kadar gelmişti bile. Adam son kez bana bakıp diğer grubun gittiği sokağa döndüğünde kocaman sırıttım. Boş boşuna adama zahmet vermemiştim en azından. Kendi ayaklarım üzerinde durabilirdim. Üstelik burada ki ve meslek hayatımdaki ilk gündü. İçimi sebepsiz bir enerji kaplarken derin bir nefes alıp yola döndüğümde karşılaştığım dört ara yol ve beynime dank eden acı gerçek, gülümsememin solmasına neden oldu.
Ben daha önce oraya, sağlık ocağına gitmemiştim. Dolaylı olarak yolu da bilmiyordum. Evet, ayaklarım üzerinde duruyordum ama yaptığım tek şey de buydu. Olduğum yerde kala kalırken etrafta kimsenin olmaması canımı sıkmıştı. En azından yolu sorabilirdim. Üstelik etrafta gezinen fazlaca iri çoban köpekleri vardı. Onlardan korkmasam da çok yakın da sayılmazdım. Bana da yapacak tek bir şey kalıyordu. Her ne kadar utansam da yolda kaybolmak üzere olan üç adamın arkasından bağırdım.
"Komutan Bey ! "
Dünyanın en saçma hitap cümlesi olabilirdi. Ve onun sahibi bendim. Utançtan yüzüm yanarken daha biraz önce ukala ukala size zahmet olmasın dediğim adamın bana doğru dönmüş bedenine karşı yavaşça gülümseyip,
" Şey, ben yolu bilmiyorum ki! " Diye bağırdım. Adamın başına bela olacaktım. Hayır, neden hava yapıyorsun ki? İlk gün ki rezilliğimi hatırlamıyorsa da onun aklına yeni bir rezillik anı kazımıştım anlaşılan. Çabuk unutmasını umuyordum.
Adam hızlı adımlarla yanıma gelip tekrar dar yolu işaret etti. Yüzüne bakmadan eliyle gösterdiği yola doğru ilerledim. Kireç evlerin arasında kalan bu yol olabildiğince tenhaydı. En azından hava serindi ve ben kızaran suratıma bir bahane bulabilirdim. Adamın bu konu hakkında tek kelime etmemiş olmasıysa iyiydi. Hatta sağlık ocağının kapısına gelene kadar ağzını açmamıştı. Nihayet küçük binanın önüne geldiğimizde tüm cesaretimi toplayıp adamın suratına baktım.
"Teşekkür ederim. " Sesim mırıldanma gibi çıkmıştı. Onun duyduğunu biliyordum. Bir kaç saniye durup gülümsedi.
" Önemli değil ama bilmediğiniz yerlerde yardım almak işinize yarar. " Dudakları iyice gerilirken,
" Bir tavsiye. " Dedi . Ardından da tek kelime etmeme fırsat vermeden geldiğimiz yola geri döndü.
Evet, çok kibar bir adam (!)
Arkasından boş boş baksam da derin bir nefes alıp sağlık ocağına girdim. İçerisi düzenliydi. Tam karşıda ise orta yaşlarda bir adam oturuyordu. Doktor olduğunu beyaz önlüğünden anlayabilirdiniz.
"Ben Dolunay. "
...
Akşam sağlık ocağından çıktığımda Batur beni kapıda bekliyordu. Yorulduğumu söyleyemezdim. Gün içinde kimse gelmemişti. Üstelik doktor bey sevimli bir adamdı ve onunla tanışma fırsatım da olmuştu.
" Alıştın mı? " Diyen adama dönmedim. Başımı sallamakla yetindiğimde gülümsedi. Yol boyunca da fazla konuşmadık. Eve geldiğimizde kapıda askerleri görmek beni şaşırtmıştı. Ayakkabılarımı çıkarıp eve girdiğimde Dilan beni kapıda karşıladı. Çantamı ona uzatıp mutfağa doğru ilerledim. Tüm ev ahalisi -kadınlar- buradaydı. Ocakta iri tencerelerde yemekler kaynıyor, kadınlarsa fırsattan istifade dedikodu yapıyorlardı. Annemi bulamayınca Dilan'a döndüm.
"Dilan, annem nerede. "
" Dışarıda ki askerlere çay götürdüydü abla. " Dedi . Ardından da elindeki soğanı doğramaya devam etti. Yardım edilecek bir şey olup olmadığını sorduğumda ise beni kibarca mutfaktan kovmuşlardı. Gülümseyip kapıdan çıktığımda merdivenlerden inen komutanla neredeyse çarpışıyorduk. Birkaç adım geriye çekilip geçmelerine izin verdim. Serhan ağa ve Mirhat ağabey onu takip ediyordu.
Komutan kapıdan çıktığında annem içeriye girdi. Elinde bir tepsi dolusu çay bardağı vardı. Askerlere ne anlattığını tahmin etmekse zor değildi. Ağabeyimin rezil olduğu gerçeğine güldüm. Askerleri bu öğrendiklerini ona nasıl anlatacaklardı acaba?
"Altına yapma olayını da mı anlattın? "Dedim gülerken. Annemse başını sallayıp mutfağa doğru ilerledi. Arkasından ilerleyeceğim sırada dışarıdan gelen silah sesiyle olduğum yerde kala kaldım.
" Komutanım! Saldırıyorlar! "