"İyi misiniz?" Komutan rahatsız bir ses tonuyla konuştuğunda durduğum yerden doğruldum. O ise yarasının üzerini açmış, kamuflajının kolunu yukarıya çekmişti. Yeşil kumaş beyaz tenine tezat duruyor olsa da o an dikkat ettiğim tek şey kol kısmının iç tarafına bulaşmış kandı. Elbette bir hemşire olarak kırmızı sıvının can yakıcılığının beni zerre kadar etkilemediğini tereddütsüz söyleyebilirdim. Ancak bu kanamaya neden olan yaranın benim fevri bir hareketim sonucu ortaya çıkmış olması canımı sıkmaya yetecek kadar önemli bir nedendi. Canı yanmış olmalıydı. Elbette yanmıştı. Bakışlarımı yüz hatlarına çevirip acı ifadesi ararken dahi canının yanmış olduğunu biliyordum. Ancak görebildiğim tek şey bezmiş bir ifadeden ötesi değildi. O, benim bakışlarımdan habersiz sağ elinde sıkı sıkı tuttuğu mavi bereyi oturduğu sedyenin üzerine koydu. Yüzünde ki bezmiş ifadenin yanında aceleci bir ifade de olduğunu fark ettiğimde toparlandım ve biraz önce küçük çocuğun pansumanının kalıntısını taşıyan eldiveni elimden çıkarıp kırmızı kovaya bıraktım. Pudralı eldivenin geriye bıraktığı tortular ile birleşen iğrenç koku midemi bulandırmıştı. Ancak bu durumda en az kanlı olaylar kadar alıştığım bir durum olduğundan tepkisiz kalmayı başarmış, ifadesiz bakışlarımı adama çevirmemiştim. Belki göz ucuyla ne yaptığına bakmış olabilirdim, tamam. Ama daha fazlası değildi. Her ne kadar tecrübeli gibi hareket etsem de tüm bu alışmışlıklar üç sene süren staj hayatımdan kaynaklanıyordu.
Doktor Beyin masasının üzerinde duran küçük boy eldivenden bir çift çıkarıp elime geçirdim. Ellerim küçüktü. Elbette kız olduğum için narin ellere sahiptim ama tüm vücudum gibi ellerimde minyondu. Aslında işime yaradığı oluyordu. Ancak çoğu zaman, ağabeyimle şakalaşmak adına birbirimizi tehdit ettiğimizde, elimi yumruk yaptığımda dalga konusu oluyor olmam can sıkıcıydı. Derin bir nefes alıp bedenimi adama doğru çevirdim. Yaranın üzerinde sargı bezi vardı ancak kanla bezenmiş beyaz bez pansumanın yenilenmesi gerektiğini apaçık gösteriyordu. Sargı bezinden önce kamuflajındaki kan lekesi de bunu vurgular nitelikteydi elbette. Üstelik fazlaca iri bir yara olduğu sargı bezinin genişliğinden anlaşılıyor, bu yaraya benim sebep olduğum gerçeği boğazıma dolanıyordu. Daha fazla oyalanmamak için birkaç adım atıp Üsteğmenin tam karşısına geçtim, ardından da yanına biraz daha yaklaşıp yavaşça kolunu tuttum. Tutuşumla birlikte kasları sertleşmişti. Biran içimi büyük bir tereddüt kapladı ama bunun saçmalığını kendime hatırlatıp sakin kalmaya çalıştım. İşimi yapıyordum. Ve benim işimde heyecana yer yoktu.
Ellerim sargı bezini bulduğu sırada flester tüylerine yapıştığı için yavaş yavaş çekersem canının yanacağını fark ettim. Elbette koskocaman adamı fazlaca etkileyecek bir durum değildi ama alışkanlık gereği uyarma ihtiyacı hissetmiştim. Ancak o kadar kısık sesle söylemiştim ki kendim dahi duyamamıştım. Doğrulup kolunu bıraktım. Sedyenin yan tarafındaki camlı büyük dolapta duran alkolü elime alırken bir şeyleri devirmemek için olağan üstü bir çaba sergilemem gerekmişti. Kendimi suçlu hissediyordum. Beynim sürekli yaptığım hatayı gözümün önüne getirirken bu duygunun bedenime olan yakınlığı sorgulanamazdı.
Ama hayır. Yaptığım hata olamazdı. Olmamalıydı. Küçük bir çocuğun hayatı söz konusuyken yapılan her şey doğru olurdu. Doğru olanı yapmıştım.
"Biraz acıyacak. " Kurduğum cümleye sadece gülerek karşılık verdi.
" Çok acıdığı da olmuştu. Sorun yok. "
O bir askerdi. Canı çok yanmış olmalıydı. Hayır, fiziksel bir acıdan bahsetmiyorum ben. Zira bir insanın fiziksel ağrısını anlayacak kadar duyarlı değiliz hiç birimiz. Ancak ben onun canını yakan şeyi biliyordum. Kaybetmek en can yakıcı şeydi. Üstelik kaybettiğin canından çok sevdiğin birisiyse onunla birlikte yüreğini de koyuyordun tabuta. Üzerine toprak atarken yanmıyordu canın zira sen onunla birlikte uğurluyordun yüreğini. Babamla uğurlamamış mıydım ben canımın bir yarısını? Ya diğer yarısı? Ağabeyimde değil miydi? Öyleydi. Can acısı Vatan olunca dindirmeye güç yetmiyordu.