Alparslan Dolunay’ın saçlarını yüzünden çekerken elinin tersiyle yüzünü okşamış, genç kızın irkilmesine neden olmuştu. Bazen karşısındakinin bir çocuk olduğunu düşünüyor, onun tavırlarını izlerken içindeki çocuğun da Dolunay’a eşlik etmek için bedenini zorlamasına şaşkın bir şekilde şahit oluyordu. Elbette iç sesiyle başa çıkmayı öğreneli uzun zaman olmuştu. Üstelik yeni yetme bir oğlan gibi davranmanın mantıksızlığı bir yana, otuzuna merdiven dayamış bir adama o tarz hareketlerin yakışmayacağı da su götürmez bir gerçekti.
Dolunay biraz gerileyince Alparslan da duruşunu dikleştirmişti. İç sesiyle yaptığı savaşın galibi olsa dahi konu karşısındaki kadın olunca “savaş” tam anlamıyla beynini parçalıyordu.
“Ben gitsem iyi olacak. Çocuklar bu soğukta daha fazla beklemesin. Sen de eve git. Tamam mı? “
Dolunay başıyla onayladı onu.
“Benim de annemlerle konuşmam gerekiyor zaten. Bugün olanlardan sonra nasıl olacaksa! “Alparslan beresini başına geçirirken yavaş davranmıştı. Kendisi yüzünden onun ailesi ile arasının açılmasını istemiyor bile olsa kalbi bu konuda bencil olmayı tercih etmiş, genç askere başka bir yol bırakmazken tereddüt de etmemişti. Konu başlığı basit, içeriği tam anlamıyla felaketti. Ya ondan vazgeçip ailesiyle arasının iyi olmasını sağlayacak, bunu yaparak genç kadının yaşadığı ikilemi de bitirecekti - ki bu kendini büyük bir uçurumdan aşağı yuvarlaması demekti – ya da bunun tam aksine ona sıkıca sarılıp tüm zorluklara birlikte göğüs gereceklerdi. Alparslan için sorun değildi ancak Dolunay her türlü zarar görecekti. Adam onun gülümsemesinin solmasına dahi öfkelenirken, karşısında ağlarsa ne yapacağını bilemez, her bir damla için buna sebep olan herkesi karşısına alırdı. İşin kötü yanı bunlara kendi ailesinin de dahil olmasıydı.
Zira aşk tam anlamıyla bir savaştı ve o, bir asker olmasına rağmen böylesine kanlısını görmemişti.
“Dolunay, seni ilk gördüğümde hayatım boyunca gördüğüm tüm kadınlardan farklı olduğunu anlamıştım ama bu kadar özel olacağın aklıma gelmezdi.”
Bu, ona yaptığı ilk iltifat, dile döktüğü ilk itiraftı. Yiğit’ten aldığı kitabın arasından düşen fotoğrafı hatırladı. O kadar küçük ve masum duruyordu ki daha o an adamın içi kendisine donuk bir gülümsemeyle bakan kızı koruma isteğiyle dolmuştu. Elbette Alparslan için bu tam anlamıyla bir yıkımdı. Çünkü o bir askerdi ve korumak istediği tek şey vatanıydı. Ailesi ise ağabeyine emanetti. Daha sonra kitapla birlikte fotoğrafı da uzun süre kendi dolabında sakladığını fark ettiğinde işlerin yolunda gitmediğini anlamış, emaneti derhal sahibine vermekte gecikmemişti.
“Ben o anı unuttun zannediyordum. ” dedi Dolunay utançla. “Üstelik bavulların altında görünmüyordum bile! “
Sesinde silik sitemi hemen fark etti Alparslan. Yüzüne tuhaf bir gülümseme yayıldı. Bir kaç gün önce Yiğit’e sormadan – bunun iyi bir davranış olmadığı biliyordu- o kitabı dolabından tekrar almıştı. Garip olansa bu durumdan asla pişman olmamış olmasıydı. Ve Dolunay’ın fotoğrafı tekrar karşısındaydı. Ama bu sefer bazı şeyler farklıydı ve bunu fark etmek Alparslan’ın içinde bir şeyleri yerle bir etmişti. Gülümsüyordu, üzerindeki cübbesi ya da bileğindeki sarı boncuklu bilekliği de değişmiş değildi ama genç asker onun bakışlarının yumuşadığına yemin dahi edebilirdi.
“Seni ilk gördüğümde, “diye başlayan Alparslan birkaç saniye durup sırıttı. Bu arada sağ eli Dolunay’ın çenesini kavrayarak baş parmağıyla yavaş yavaş okşamaya başlamıştı.“Daha doğrusu fotoğrafını ilk gördüğümde benden haberin dahi yoktu güzelim. Öylece bana bakıyordun ve ben o an gülümsemeni gören o fotoğrafçıya büyük bir nefret duyduğumu fark ettim. “
Adamın sözleri Dolunay’ın gözlerini kocaman açmasına neden oldu. Alparslan onu çok daha önceden tanıyordu ve bu nedensizce genç kadını germişti.
“Ne fotoğrafı? “diye sorduğunda şaşkın bakışları hala Alparslan’daydı. Ergenlik yıllarına ait bir fotoğraf ise kesinlikle intihar yolunu seçecek, mezar taşına da “kahpe kader” yazılması için sevgili ağabeyine vasiyet bırakacaktı. Annesini bu işe katmamayı düşündü. Araları açık gidecek olması bir yana, kadın belki kıymetini anlardı.