Kapıyı açtıktan sonra yavaşça içeri girdi. Tabii kucağındaki benimle birlikte. Kucağında ki bedenimi yavaşça odadaki sedyenin üstüne bıraktı. Revirdeki hemşire yavaşça bize döndü. Durumu pekte anlamış gibi görünmüyordu.
"Ne oldu?" Sorgular sesi adeta kulak tırmalıyordu. Mert, yavaşça iç çekti. "Sanırım bileğini burktu. Bir bakabilir misiniz?" Sanki, az önce bana emir veren kişiden eser kalmamıştı. Güzel rol yapıyordu.
Hemşire, yavaş adımlarla bana yöneldi ve ayağımdaki ayakkabıyı, sıyırıp aldı. Ayağıma vuran soğuk havayla titrediğimi hissettim. Ayağımı hafifçe havalandırıp bileğimi oynatmaya başladı. Dudaklarımın arasından bir inleme kaçmıştı. Hissettiğim fiziksel acı dayanılamayacak gibi değildi. Ancak yine de acı veriyordu. Hemşire ayağımı yeniden sedyeye bıraktı."Sadece incinmiş. Kas gevşetici sürüp, sarıcam. Bugün fazla üstüne basmamaya çalış. Birkaç gün krem sürüp sargıyı yenile. Daha sonra iyileşir zaten."
"Tamam." Benim adıma konuşan Mert'e kendimce ölümcül olan bakışlarımı attım. Hemşire, bileğime krem sürdükten sonra sıkıca sardı ve ayakkabımı geri giydirdi. Sedye de yavaşça doğruldum. Bacaklarımı sedyeden sarkıtmak için haraketlenmiştim ki Mert hızlıca bacaklarımı kavradı ve beni havalandırıp kucağına aldı. Evet yine başlıyoruz! Hızlıca ayaklarımı hareketlendirdim.
"Ne yapıyorsun! İndir beni!"
Mert, iç çekip ofladı. "Boş konuşuyorsun ufaklık! Bugün ayağının üstüne çok basma dedi. Seni burdan yurda kadar taşırken ölmem merak etme." dedi kapıdan çıkarken.
Bu öz güvenin kaynağı ne bilmiyorum ama beni fazla hafife alıyor. Yalnızca bir şey demek istemediğim için bir şey demiyorum.
"Beni taşımak zorunda değilsin!"
"Sence bunu gerçekten zorunluluktan mı yapıyorum? Benim yüzümden düştün ve ben yalnızca vicdanımı rahatlatmak istiyorum. Açıklamam yeterli olduysa o çeneni kapa ufaklık!" dedi yüksek sesiyle.
Sinirle ofladım. Okuldan çıktığımızda, herkes bize bakıyordu. Yüzümü Mert'in göğsüne bastırdım ve bize bakanları görmemeye çalıştım. Mert'in güldüğünü hissetmiştim. Ardından, sesini duymam uzun sürmedi.
"Çok rahat geldi galiba?" Dalga geçen sesi sinirlenmem için gayet haklı bir sebepti. Başımı yavaşça kaldırıp Mert'in yüzüne baktım. Bana bakmıyordu. Fark ettimde, kusursuz bir yüzü var. Sivri çenesi, uzun kirpikleri, koyu kahve gözleri ve simsiyah saçlarıyla gerçekten mükemmeldi. Bunlar düşündüğüm için kendime kızamıyorum bile.
Gözlerimi yavaşça ondan uzaklaştırdım. "Sence gerçekten rahat olduğu için mi böyle bir şey yaptım?"
"Kaç tane kızın senin yerinde olmak istediğinden haberin var mı?" dedi ukalaca.
"Yok!" Diye atıldım söze. "Bilmekte istemiyorum!"
Yurdun kapısına çıkan kısa merdivenlerinde atlattıktan sonra, başını eğip bana baktı.
"Odan kaçıncı katta?" Sesi sert ve ifadesizdi. Sanki az önce espiri yapan kişiden eser kalmamıştı.
"Üçüncü kat. On beş numara." dedim düz sesimle.
Mert, hızlıca merdivenleri çıkmaya başladı. Odanın önüne geldiğimizde elimi uzatıp kapıyı çaldım. Kapıyı Sinem açmıştı. Üstünde eşofmanları, başında ev topuzu ve bütün umursamaz tavrıyla karşımızdaydı. Umursamazca bakan gözleri, bizi görmesiyle irileşmişti. Bir kaç saniye bize öylece baktı. Mert, kaşlarını kaldırdı ve arada ki sessizliği bozdu.
"Geçebilir miyiz?" dedi sorgularcasına. Sesinde garip bir tını vardı.
Yavaşça yana kayıp bize yol açan Sinem'den sonra, Damla'nın da sesini duymuştuk. "Ne oldu sana?!" Bu tepki beklediğim bir şeydi zaten. Çünkü Damla, her zamanki Damla'ydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lise Mi?
Teen Fiction"Mert?" Mert'de dahil tüm gözler bana döndü. Tüm dikkatler benim üzerimdeyken böyle bir şeyi nasıl söyleyebilirim ki? "Efendim?" dedi sorgularcasına. Söylemekle, söylememek arasındaki, ip incecik bir çizgi var derler ya hani... İşte tam da orada d...