Ruhum kara bir kuyunun derinliklerinde feryat figan ağlıyordu.
Ruhumun yakarışı yerle göğü inletiyordu.
Küçük bedenimin içinde sıkışmış ruhum harap olmuş, delik deşik hâldeydi. Geçmişin kanla kaplı tablosu gözlerimin önünden bir an olsun silinmiyordu. Kanla kaplı geçmiş, çevremde azrail gibi dolaşıyor, kara pelerinini bacaklarıma sürtüyor, mızrağını tenime saplamıyor ama bir an olsun ensemden çekmiyordu.
Kan kaybediyordum ve kanımın zehrini karşılayacak bir kan yoktu.
Ellerimin üzerinde kurumuş kan tenime sinmiş bir türlü çıkmıyordu. Benden bir parça olmuştu. Ne kadar yıkarsam yıkayayım geçmeyeceğini biliyordum.
Zira vicdanın lekesini hiçbir su damlası temizleyemezdi.
Benim ellerimin arasında bir beden sönmüştü. Yok olup, külleri rüzgâra karışmıştı. Sevdiğim adam gözlerimin önünde benim öldürdüğüm bedeni yakmıştı. O ateş içime girmiş, dört bir yanımı kül etmişti ama en kötüsü de bununla yaşamak zorunda olmamdı.
Öldürdüğüm insanın ne kadar kötü olduğu mühim değildi. En başta o bir candı ve bu gerçeği değiştiremezdim. Bir ailesi vardı. Ona baba sıfatını veren çocukları vardı ve ben bir kişiyi değil onunla beraber birçok kişiyi öldürmüştüm ve üstelik ceza namına hiçbir almamıştım.
Çünkü benim yüzümden sevdiğim adam görevini kötüye kullanmış ve ben kendimle beraber onu da bitirmiştim.
En kötüsü de: Onu öldürdüğüm için pişman değildim. Ben bir can almıştım ama bunun için pişman olamıyordum.
Belki de bunun birçok sebebi vardı ama hiçbiri beni haklı çıkarmazdı. Suçlu hissetmediğim her an kendimi daha kötü hissediyordum. Daha derbeder.
Ailemden aylardır uzaktım. Arkadaşlarımdan. Kardeş dediğim kişilerden uzaktım. Bu canımı lime lime ediyordu ama elimde değildi. Onların yüzüne nasıl bakacağımı bilemiyordum.
Cesaretim yoktu.
Deniz'e geleceği bilmeden hep onun yanında olacağımın sözünü vermiştim ama olamamıştım. Ben plan yaptıkça hayat ellerimdeki planları dört bir yana dağıtmıştı.
Beni darmadağın etmişti.
Beni sıkı sıkıya saran kolların arasında dönerek onun çıplak sinesine dayadım kafamı. Beynimin içinde bin tane düşünce dolaşıyordu şimdi. Araf'ın dün ki sözleri belki beni kırmamıştı ama kendime gelmeme neden olmuştu. Hayatımı bu şekilde devam ettiremezdim. Öldürdüğüm insan sevdiğim adamın ailesinin katiliydi. Onun gibi bir pislik için sevdiğim adama da kendime de hayatımı cehennem edemezdim. Yapmalıydım. Savaşmalı, bunun altından kalkmalıydım.
Aylardır bu haldeydim. Öyle ki zaman kavramını bile Araf olmasa unutacak raddeye gelmiştim. Bunca zaman birçok şey düşünmüş, bu hâlimi atlatmaya çalışmıştım ve Araf'ın son yaptığı beni kendime getirmişti.
İlk baştan beri söylediklerinin gerçek olmadığını biliyordum zaten. Bu bile aslında fazlasıyla garipti. Bir insanın sizi sevdiğinden nasıl bu kadar emin olabilirdiniz ki?
Ben cehennem olsam, Araf yine bana gelmek için çıldırırdı.
Tıpkı benim gibi.
Araf'ın boğazından boğuk bir homurtu çıkardığını duyduğumda, ona daha çok sokularak yüzümü boyun girintisine koydum.
Onun teni bana yuvaydı. Her zerrem ona prangalıydı. Her zerrem onun için tutuşuyordu.
Uyandığını anladığımda, ben de gözlerimi kısıkça araladım ve kirpiklerimin onun tenine sürtünmesine neden oldum. Yavaşça iç çekti ve sırtımdaki elleriyle beni daha fazla kendine çekti. Saçlarıma derin bir öpücük kondurduğunu duyumsadığım genişçe gülümsedim.
O bana dokundukça içim gidiyordu.
"Uyandın mı, prensesim?" Diye fısıldadığında ona daha çok sokularak verdim cevabımı.
Onun dudaklarından çıkan her söz, ona bağlanmış yüreğime bir düğüm daha atıyordu. Lâkin ona kördüğüm olalı uzun zaman olmuştu.
"Hıhı." Diye fısıldadım ona daha çok sarılırken. Bir süre birbirimize sarılı vaziyette öylece kaldık. Neden sonra, benden biraz uzaklaştı ve gözlerini yüzüme düşürdü.
"Dünden beri bir şey yemedin. Gidip kahvaltı hazırlayayım." Dedikten sonra alnıma derin bir öpücük kondurdu. Sonra yataktan kalkarak, birkaç saniye içinde odayı terk etti.
Onun bıraktığı boşluğa her zamanki gibi bir an dalan gözlerim, hemen ardından kendine gelmenin farkındalığıyla çekildi. Yorganı yavaşça üstümden attım ve yatakta oturur pozisyona geldim. Yorgun hissediyordum kendimi. Bitkin, ölü. Bunun ruh hâliyle alâkası olmadığını elbette biliyordum.
Ruhum, açmış çiçekleri üzerine kar yağan bir ağaç gibi kurumuştu.
Yataktan kalktıktan sonra hızlıca yatağı topladım ve banyoya giderek elimi yüzümü yıkadım. Aynaya yansıyan görüntüm bana öylesine yabancıydı ki, bir an elime geçen ilk eşyayı aynaya fırlatacağımı ve aynanın paramparça olmasına neden olacağımı sandım ama hayır, bunun yerine uzun uzun aynadaki yansımamla göz göze gelmenin acısı içinde kıvrandım.
Göz altlarımda halka halka morarmalar vardı. Tenim öylesine ruhsuz, öylesine kansızdı ki, beni gören herhangi biri yaşayıp yaşamadığımı kontrol etmek isteyebilirdi. Yüzüm incelmiş, Araf'ın çok sevdiği tombul yanaklarım içine çökmüştü. Saçlarım bile eski parlaklığını yitirmişti.
Aylardır canlı bir cenazeydim ve tabutumu tenine mıhlayan bir adama sahiptim. Bu en büyük lütuftu bana.
Saçlarımı tarayıp, tepemde dağınık bir topuz yaptıktan sonra yatak odasından çıktım ve mutfağa doğru ilerledim. Araf, çayı demliyordu. Dalgın ve düşünceli görünüyordu. Zira benim geldiğimi bile fark etmemişti.
Yavaşça arkasından yaklaşarak beline sıkıca sarıldım ve çıplak sırtının çukur kısmına yanağımı yasladım.
Bedeni bir an kaskatı kesilse de, hemen ardından gevşedi ve derin bir nefes aldığını işittim. Sonra karnının üzerinde birleştirdiğim ellerimin üzerine ellerini koyarak yavaşça bana doğru döndü. Yüzünde müthiş bir gülümseme vardı.
"Sana yardım etmeye geldim." Diye fısıldadım dudaklarına uzanırken. Yüzümdeki gülümseme büyürken, boğuk bir tınıda mırıldandı.
"Hım?.. Başka bir şey için gelmiş gibisin, bebeğim." Kıkırdayarak onun dudaklarına uzandığımda beni beklemeden dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Kollarımı boynuna dolayarak ayak ucunda yükseldiğimde inleyerek kalçamdan tutarak beni kaldırdı ve anında bacaklarımı ince beline doladım. Kalçalarımı tutarak beni kucağında sabitlendi ve alt dudağımı dudaklarının arasına alarak sertçe emdi. Nefes nefese ona karşılık vermeye çalışırken, gerçekten bu dünya da değil de bambaşka bir gezegendeymişim gibi hissediyordum. Onun tek bir dokunuşu beni baştan aşağıya yeniden yaratıyordu. Onun tek bir bakışı bile beni öldürmeye ve yeniden diriltmeye yeterdi.
Araf, benim darmaduman geçmişimin üzerine muhteşem bir gelecek inşa eden mucize mimarımdı.
Beni tezgahın üzerine bıraktıktan bacaklarımın arasına girdi ve yanaklarımı iki eliyle kavrayarak daha büyük bir hırsla beni öpmeye başladı. Ciğerlerim yanıyordu. Tüm bedenime binlerce diken batırıyor, her zerrem uyuşuyordu sanki. Nefes alamadığımı hissettiğimde, Araf'ın ensesinde olan ellerimi onun çıplak omuzlarına götürerek yavaşça sıktım. Ne demek istediğimi anladığında bir an geri çekilecek gibi olsa da, yapamadı ve boğazından çıkan hırlamayla çenemi kaldırarak beni öpmeye devam etti. Dillerimiz ahenkli bir müzik eşliğinde salınan iki dansçı gibi hareket ediyor, dudaklarımız birbirini bitirmek ister gibi saldırıyordu birbirine.
Araf dilimi iki dudağının arasına alıp şiddetli ve emmeye başlayınca ağzımdan kaçan iniltiyle tırnaklarımı omzuna geçirdim. Nefesim daha kül olmuştu aramızda başlayan ateşle. Elleri yavaşça boynuma düştü. O sırada dudakları nefes nefese dudaklarıma küçük öpücükler bırakıyordu. Elleri göğüslerime sürtünerek karnıma ve oradan da bacaklarıma indiğinde ikimiz de derin bir nefes çektik ciğerlerimize. Kasıklarım yanıyordu sanki. Midem düğüm düğüm olmuştu. Bir gün onu öperken ölmekten çok korkuyordum.
Araf'ın elleri bacaklarımda rahatça hüküm sürerken dudaklarını zorda olsa dudaklarımdan çekmiş ve öpücüklerini çeneme kondurmaya başlamıştı. Nefes nefese ağzımın içine doğdu soludu.
"Bu kadar çok sevmek akla zarar. Bir gün delireceğim diye çok korkuyorum, Hediye."
"Delireceksek bile birlikte deliririz biz de, Gece." Çarpık bir gülümsemeyle bana baktığında kalbimin çok daha hızlı attığına şahit oldum. Öpüşmekten dolayı kızarmış ve şişmiş dudaklarının görüntüsü cidden akla zarardı.
"Kahvaltı hazırlayacaktım, geldin olan aklımı da uçurup götürdün." Diye fısıldadı boğuk sesiyle sızlayan dudaklarıma şifa gibi gelen dudaklarını sertçe bastırarak.
Onunlayken içimde kız çocuğu gömdüğüm mezarında elini uzatıyor, üzerindeki toprağı silkeleyip gün yüzüne çıkıyordu. Onunlayken ne olursa olsun mutluydum. Sadece bu halimi göstermemi engelleyen vicdanının ördüğü kalın duvar vardı aramızda. Araf dün o duvarı az da olsa yıkmıştı. Artık geleceğimize bakmam gerekiyordu. Başka çarem maalesef yoktu.
"Var mıydı ki?" Dedim ellerimi saçlarını çıkartıp okşarken. Yüzümde tablo gibi asılı kalan tebessüm yanaklarına diken gibi batıyordu ama umurumda değildi. Yanaklarıma binlerce gül dikmiştim o gece. Yaprakları kuruyup kalmıştı lâkin dikeni hâlâ canlıydı. Şimdi ise o dikenleri çıkarma vaktiydi.
"Bak ya!" Dedi gülümseyerek. Ah, onun gülüşünde benim hayat damarım geçiyordu. O güldükçe ben yeniden doğuyordum. O güldükçe var oluyordum. "Laflara bak! Senin dilin uzamış, küçük hanım. Budama zamanı mı geçti ki?"
"Bilmem, geçmiştir belki. Bir bak istersen." Dedim ona doğru uzanırken. Gülümserken ona doğru uzanan dudaklarımı yakaladı ve sert bir öpücük kondurdu. Derin bir iç çekti sonra. Bu belki de aylar sonra çektiği ilk mutlu iç çekişti.
"Ecrin, çok mutluyum. Seni böyle gördüm ya, ölsem bile mutluluğumdan mezarımda gül açar."
"Demesene şöyle!" Diye azarladığımda silik bir tebessümle alnıma derin bir öpücük kondurdu ve geri çekildi.
"Kahvaltı hazırlayalım, güzel Hediye'm." Kafamı sallayarak omuzlarına tutunarak tezgahtan indiğimde saçlarımı koklayarak sert bir öpücük kondurdu.
Kahvaltıyı hazırladıktan sonra iştahla yemiş sonra bulaşıkları yıkamaya başlamıştık. Ben sabunlarken, Araf duruluyordu.
"Araf." Dedim kısık bir sesle. Bana bakarak tek kaşını kaldırdı sorarcasına. "Bugün işe gitmesen olmaz mı? Birlikte geçirsek bugünü?" Bir an ifadesi dondu ve canlı teninin yavaşça solduğuna şahit oldum. Tepkisi kaşlarımı çatmama sebep olsa da herhangi bir şey söylemedim.
"Geçirelim, prensesim." Dedi önüne dönerken. Yine de düşünceli gibiydi.
"İyi misin? Eğer önemli bir işin-"
"Yok," diye kesti sözümü. "Biliyorsun, elimde soruşturma yok. Gitmesem de olur. İyiyim." Dedi monoton cevaplar verirken. Sonra tekrar konuştu.
"Ne yapalım?"
"Bilmem," dedim omuz silkip onun anlık değişimini görmezden gelmeye çalışırken. Araf, dengesiz bir adamdı ve ben bunu birçok kez tecrübe etmiştim zaten. "Bulaşıkları yıkayalım, buluruz bir şeyler." Dedi düşünceli bir sesle.
Bulaşıkları yıkadıktan sonra, odaya gidip giyinmeye başlamıştık. Aylar sonra dışarıya çıkacağım için kendimi hem tedirgin hem de heyecanlı hissediyordum. Aslında canım her zaman ki gibi hiçbir şey istemiyordu ama savaşacağıma, önüme bakacağıma söz vermiştim. Belki de bugün aklımdan o ormanda olanlar biraz olsun silinir ve gece yarısı gözlerime inen karanlık kabustan kurtulurdum.
"Ecrin?" Araf'ın sesiyle aynada haki yeşili diz kapağımın iki parmak gerisinde biten rahat elbiseme dalan gözlerimi ona çıkarttım. "Eğer istemiyorsan evde-"
"Hayır," dedim anında sözünü keserek. "Gidelim, Araf. Buna ihtiyacım var." Sözlerim ile birlikte gözlerinden kara bir bulut geçti ve önüne dönerek siyah tişörtünü başından aşağıya geçirdi. Evden çıktığımızda Araf'ın eline tıpkı küçük bir kız çocuğunun babasına sığınması gibi yapışmıştım. Araf, önce sinemaya gideceğimizi söylemişti ve ben de bu fikri hemen benimsemiştim. Dışarıya çıktığımızda içimde garip bir heyecan vardı lâkin bedenimde bir tüy gibi dolaşan korku tüm heyecanımı tenhalara süpürüyordu. Araf, bunu anlamış olacak ki elimi bırakarak beni kolunun altına çekti ve dudaklarını saçlarıma bastırdı. İnce beline sıkıca sarılarak ona sokuldum.
Ağustos ayının boğucu sıcağı ağırlık gibi üstüme binmişti sanki. Ölü hâlde geçirdiğim aylarda baharı ellerimde söndürmüştüm.
İçimi kara bir zemheri sarmışken, baharın esamesi okunmazdı.
Arabaya bindiğimiz de, Araf arabayı çalıştırırken kendi kendine mırıldandı.
"Ne izlesek ki? Aklında bir şey var mı?"
"Korku olmasında, ne olursa olsun." Dedim anında tepkimi koyarken. Bu onun tebessüm etmesine sebep oldu. İçimde kısacık bir anda olsa, küçük bir cennet yeşerdi.
"Romantik olmasında ne olursa olsun." Dedi yüzünü iğrenç bir şeyden bahsediyormuş gibi buruştururken. Bu tepkisine bu sefer ben kıkırdadım. Gözleri anında bana döndü ve her güldüğümde gözlerinde oluşan ifadeyle baktı bana.
Güldüğümde karşısında bir mucize varmış gibi bakıyordu bana. Onun içi bana, benim içim ona gidiyordu.
"O zaman komedi izleriz biz de." Dedim omuz silkerek. Sonra ikinci alternatif olarak mırıldandım. "Ya da aksiyon."
"Gidince afişlere bakarız, güzelliğim." Dedi dizimin üzerinde duran elimi elinin içine alırken. Parmaklarımızı birleştirdikten sonra ellerimizi oturduğum için sıyrılan elbisemin açıkta bıraktığı bacağıma bıraktı ve pür dikkat yola odaklandı. Ben de huzurlu bir nefes çektim ciğerlerime ve önüme döndüm.
Araf, alışveriş merkezinin otoparkına arabayı park ettikten sonra, arabadan inmiş ve içeriye geçmiştik. Kalabalık bir ortama gireceğim için, kalbimde hissedilir bir sıkışma vardı. İnsanların arasından geçerken sanki herkes bana bakıyormuş gibiydi. Sanki herkes ne yaptığımı biliyor, herkes bana suçlayıcı bakışlar atıyordu. Onların bakışları altında ezildikçe eziliyordum sanki.
Yine de Araf'a belli etmedim ve içten içe tüm bunların tamamen benim uydurmam olduğunu hatırlattım kendime. Tamamen bilinçaltımın bana oynadığı aşağılık bir oyundu.
Sinema bölümüne girdikten sonra, afişlere baktık ve ikimizin de ortak kararı olarak -belki daha çok Araf'ın- aksiyon filmi seçmiştik. Araf'ın zevk alacağı kesindi ama ben pek emin değildim. Olsundu. Zaten amacımız sadece kafa dağıtmaktı. Araf, biletleri aldıktan sonra bana mısır almış ve beni kolunun altına alarak sinemaya doğru ilerlemiştik. Ucu ucuna yetişmiştik aslında zira filmin başlamasına 5 dakika vardı. İçeriye girdiğimiz de koca erkanda reklamlar dönüyordu.
Yerimizi kurulduktan sonra mısırı Araf'ın dizine koydum ve kolunun altına girerek yanağımı göğsüne yasladım. Araf başını hafifçe eğerek fısıldadı uyarı dolu sesiyle.
"Uyuma sakın!"
"Ya sana ne?" Dedim ona daha çok sokulurken.
"Ecrin! Evimizde değiliz bebeğim. Seni uyandırmak zor oluyor, bunu biliyorsun." Aslında haklıydı ama film gerçekten sarmazsa başka kaçışım olmayacaktı. Yine de direnecektim.
"Tamam." Dedim mısırdan birkaç tane ağzıma sıkıştırırken. Reklamlar nihayet bittiğinde, film beklediğim gibi bir araba yarışı sahnesiyle başlamıştı. Aslında güzel gibiydi. Yani en azından kafamı dağıtacak kadar güzel gibiydi.
Yaklaşık 45 dakika kadar pür dikkat filme odaklanmıştık. Araf'ın elleri saçlarımın arasında usul usul dolaşıyor, ara sıra yumuşakça dudaklarını saç tellerine bastırıyordu. Aklıma başka hiçbir şey gelmesin diye tüm dikkatim filimdeydi. Gözlerimi bile kırpmadan izliyordum. En azından akışı heyecanlı ilerliyordu ve bu da işime geliyordu. Sinemanın karanlık ortamı beni biraz gersede, Araf yanımda olduğu için kendimi teselli ediyordum.
Bir sonraki sahnede, başrol yavaş adımlarla evinin kapısını araladı. Arkadan duyulan gerilim müziği salona dolduğunda bir an için yerimden doğrulamak istedim ama Araf beni daha sıkı sarmaladı ve buna engel oldu. Kapıyı arkasından kapattıktan sonra birkaç adım atmıştı ki, aniden duraksadı ve siyahî oyuncunun büyük siyah gözleri yüzünde büyüdü. Derince yutkundu ve yaklaşık on saniye sonra kameranın odağına oyuncunun ensesine dayanmış gümüş rengindeki silah girdi. Bedenimin etrafında hissedilir derecede bir esinti kapladı sanki. Araf'ın da bedeni kaskatı kesildi ama hiçbir şey yapmadı ve sessizliğini korudu.
Başrol, yavaşça arkasına döndü ve ona silah tutan adamla göz göze geldi. Birkaç adım gerilediğinde, silah tutan adam silahı birkaç santim daha kaldırarak başrolü durdurdu. Şimdi karşı karşıya duruyorlardı. Aralarında filmin akışına uygun tekdüze bir konuşma geçti. İkisi de gözlerini birbirinden ayırmıyordu. Gözlerimi ekrandan koparmak ve buradan defolup gitmek istiyordum ama hareket edemiyordum. Neden beni çıkartmıyordu buradan? Neden bana bunu yapıyordu?
Aniden konuşmaları kesildi ve ikisi de birbirinin gözlerinin içine bakmaya başladı. Arka fondaki müzik kesildi ve salon derin bir sessizliğe gömüldü. Sonra aşina olduğum bir sesle doldu tüm salon. Aylardır kulaklarımda yankılanan bir ses. Aylardır kabusum olan o ses. Beni için için kanatan o ses. İçimde durmadan kanayan, koca bir yara olan o ses. Kurşun namludan çıktı ve başrolün beyaz tişörtü kanlara gömüldü. Tıpkı onun gibi kalbinden kanlar akmaya başladı.
Dudaklarımdan kaçan çığlığı durduramadığım da tüm salonun gözlerini bana döndü. Belki de görmedim ama insanların göz bebeklerinin izlerinden taşıdığı ağırlığı bedenimde hissetmiştim. Aynı anda Araf telaşla kollarını gevşetti ve yüzünü odağıma düşürmeye çalıştı lâkin gözlerim hiçbir şey görmüyordu. Gözlerimin önündeki tek görüntü onun kanlar içindeki görüntüsüydü. Midemden yukarıya bir asit yükseldiğini hissettim. Midem bir gemiydi ve alaboraya yakalanmıştı. Aniden oturduğum koltuktan ayaklandım ve sağ elimi dudaklarıma bastırarak koşarak salondan çıktım. Salondan çıktığımda derin derin nefesler alarak midemin bulantısının geçmesini bekledim ama mümkün değildi. Başım dönüyor, gözlerim de kararıyordu üstüne üstlük. Daha önce bunu alışveriş merkezine geldiğim için, lavabolara doğru koşar adım ilerledim. Arkamdan Araf'ın sesini duyuyordum ama kulaklarım uğulduyor ne söylediğini algılayamıyordum. Lavaboya adım attığım an boğazımı yakarak genzime yükselen sıvı ile hemen kendimi ilk gördüğüm kabine atmış ve elimi ağzımdan çekerek içimden ne varsa çıkartmaya başlamıştım. Midem yanıyor, genzim acıyor, kulaklarım uğulduyordu. Sanki oluk oluk kan kusuyordum. Gözlerimin önündeki görüntü bir saniye gitmiyor, ruhumun yakarışı bedenimi ortadan ikiye ayırıyordu.
Midemin acısını geçirecekmiş gibi elimin ayasını karnıma bastırdım ve öne doğru büküldüm. O an da belime dolanan kollar ve önüme gelen saçları sırtıma atan eller ile kulaklarımdaki uğultu biraz olsun kesildi ve gözlerimin önündeki görüntü bulanıklaştı.
"Canımın içi," dediğini işittim saçlarımı okşarken. "Her şeyim, iyi misin?" Değildim. Berbat durumdaydım. Bunu göremeyecek kadar gözü kararmış mıydı? Belki de söylediklerinde ciddiydi. Belki de sadece benden sıkılmıştı. Eskiden olsa bir saniye bile beni o salonda tutmazdı. Oysa o sonunu bile bile engel olmamıştı.
Öğürmelerim kesildiğinde, Araf'ın saçlarımda olan ellerini hırsla ittim ve titreyen bacaklarıma inat ayaklandım.
Araf, onu itmemi umursamadı ve kollarını belime dolayarak bana destek oldu. Gözlerim bir kez daha karardığında dizlerim büküldü ve Araf'ın belimdeki eline tutunarak ayakta kalmayı başardım.
Eğer bir defter olsaydım tek bir yaprağım kalmazdı. Çoktan ölmüştüm. Çoktan tükenmiştim.
"Gel, bi'tanem." Diye mırıldandı beni lavaboya doğru ilerletirken. Aynaya bakmaktan kaçınarak titreyen ellerimle musluğu açtım ama daha fazlasına gücüm yoktu. Araf bunu anlamış olacak ki, elini karnıma bastırdı, eğilmemi sağladı ve diğer eliyle suyu ağzıma götürdü. Onun yardımıyla ağzımı tamamen temizledim ama dilime ve damağıma bulaşan iğrenç tat geçmemişti.
Araf yüzümü yıkadıktan sonra, kolunu belime dolayarak beni yanında götürdü ve makineden bir tane peçete alarak yüzümü kuruladı.
"Daha iyi misin?" Dedi telaşla yüzümü irdelerken.
"Değilim." Diye inledim acı içinde kıvranırken. Nefesim ciğerlerime batıyor, zihnimin gerilerinde beni öldürecek görüntüler film şeridi gibi birbirini takip ediyordu. Araf, yanaklarımı kavrayarak dudaklarını alnıma bastırdı ama geri çekilmedi ve bir süre öylece kaldı. Ben de ondan destek almanın rahatlığıyla belinin iki yanından siyah tişörtünü avuçlarımın arasına sıkıştırdım. İçim sökülene değin ağlamak istiyordum ama bir yanım bunu bile hakketmediğimi söyleyerek beni durduruyordu.
Başıma ne geldiyse hepsini hak etmiştim.
Sonra Araf'ın dudaklarında iki cümle döküldü. Araf'ın dudakları bir namlu gibi şakağıma dayandı ve iki tane kurşunu ardı ardına sıktı. Araf beni bile bile öldürdü ve cesedimin üstüne toprak bile atmadı.
"Tedavi görmen gerekiyor, Ecrin. Kliniğe yatmalısın
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BENİ KALBİNE HAPSET: HEDİYE
RomanceBu hikâyeye başlamadan önce "Gece" serisini okumanız gerekir aksi hâlde anlayamazsınız. ✴ "Gece," diye fısıldadım çatallı bir sesle. Sesime sinen yorgunluk kulak tırmalıyordu. "Gece ne kadar güzel, değil mi?" Aniden güçlü kolları bedenimi okşadı v...